Yakın tarihimizde bir Rum köyü olarak bilinen Buca’da, MÖ 630 yılında yerleşimin başladığı tahmin ediliyor. Lidyalılar, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı gibi birçok milleti misafir etmiş olan Buca, Rumlar, başta İngilizler olmak üzere birçok Avrupalı ve Türkün bir arada yaşadığı, çok kültürlü bir yerleşim yeri olmuş. Rum göçlerinin ilki 1770, ikincisi 1826-1827 yıllarında olmuş. Sonrasında ise Osmanlılar ve İngilizler arasında 1838 yılında imzalanan ticaret anlaşması ile Osmanlı toprakları İngilizler için çok uygun bir ticaret alanı haline gelmiş. Hemen o tarihten itibaren Anadolu'ya İngiliz tüccarları akın etmeye başlamış. Sadece İngilizler değil, İngilizlerle dost olan Almanlar, İtalyanlar, Hollandalılar, Fransızlar da bu topraklara akın etmişler. Genelde İzmir rıhtımında gerçekleşen gemi ticaretiyle uğraşan Avrupalı iş adamları ve bunların aileleri daha konforlu ve güvenli yaşamak için Bornova ve Buca’ya yerleşmişler. Buca’nın gelişip zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuşlar. Buca, kısa zamanda "paradise" yani cennet olarak anılmaya başlamış. İşte bu gayrimüslim nüfus Levanten olarak biliniyor. 1913 yılından sonra başlayan ve 1924 yılında yoğunlaşan Rumeli kökenli göç hareketinde, Türklerin Buca'yı tercih etmelerinde Levantenlerin çok önemli payı var. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra “mübadele” anlaşmaları yapılıyor, geride bırakılan mülkler karşılıklı değerlendiriliyor. Buca’da, mübadele öncesi neredeyse tamamen Rum ve Levanten nüfus vardı. Ancak mübadele sonrasında Balkanlardan göç edenler ile kalabalıklaşmaya başladı.

Levantenlerin hem ekonomik hem kültürel açıdan Buca’ya büyük katkıları olmuş. 1856’da Levantenlerin öncülüğünde kurulan Hipodrom buradaki canlılığı arttıran etmenlerden biri. 1860’lı yıllarda ise Ottoman Railway Şirketi tarafından yapılan İzmir-Aydın demiryolu hattının Buca’ya uzatılması, Levantenlerin bu yerleşime olan ilgisini kamçılamış. Böylece önceleri sadece küçük bir sayfiye yerleşimi olan Buca, gittikçe daimî bir yerleşim bölgesi haline gelmiş. Her tarafından şırıl şırıl dereler akan Buca’nın hemen her köşesinin bağlarla, incir, tütün ve zeytin bahçeleriyle çevreli olduğu çeşitli kaynaklarda anlatılmakta. Mahalle sakinlerinin de anlattıkları da bu yönde.


Buca'nın Yanıkkahveleri 1

Yanıkkahveler'in bir zamanlar Arnavut kaldırımlı sokaklarını mahallenin hanımları silip süpürür, sokakta gece yarısına kadar otururlarmış. Şimdiyse bu sokaklar çok fazla araç geçtiği için mahallelinin deyimiyle ralli pisti gibi olmuş.

Gelelim zamana meydan okuyan tarihi Yanıkkahveler semtine. Eski adı Yanıkkahveler, yeni adı ise Dumlupınar mahallesi. Ama bizler için hep Yanıkkahveler. Buca’nın kalbidir mahalle. Yukarıda yazdığım o cennet Yanıkkahveler’dir. Aslında Eski Buca bu mahalle desek daha doğru olur. Buca Tostçusu İsmail Usta’mın deyimiyle mahallemiz açılmadık bir mücevher kutusudur. Levantenlere ait köşkleri, saray yavrusu evleri, Rumlardan kalma iki katlı cumbalı konaklarıyla görülmeye değer. Yazın Hanımeli kokar sokakları. Mahallenin kalbi ise Yanıkkahveler Sokağı’nda atar. Tarihin yazıldığı kıraathane, ünlü Buca tostçusu, “elimde iyi et yok, sonra gel” diyen Kasap İsmail Bey, ekmek fırını, berber, bakkal, kunduracı ve kapısının önünde sergilenen kitapların arasında güneşlenen kedilerin sizi karşıladığı Zeus kitapçısı... Tümü uzun yıllardır aynı mahalledeler. Küçücük dükkânlarında anne yemeği lezzetinde kuru fasulye pişiren ustaları ve öğlene kalmadan biten dönerleriyle yaprak dönercileri de unutmayalım. Fakülteler yakın olduğu için bu mekânların her biri öğrenci dostudur. Yanıkkahveler adı ise burada uzun yıllar önce bulunan iki kahvehaneden geliyor. Bunlardan biri Halim Ağa’nın kahvesi imiş. Eski İpek yolu üzerinde bulunan kahvehane, kervanların uğrak yeriymiş. Derken, bir yangın çıkmış ve iki kahvehane de zarar görmüş. Kahvehanelerden biri onarılmış. Fiziki olarak biraz değişmiş olsa da aynı ruhu taşıyor. Mahalle "Yanıkkahveler" adını işte böyle almış. Dostum Buca Tostçusu İsmail Usta’mın söylediğine göre, bu sokakta (83 numaralı sokak) yaşamış ecnebilerin torunları 2010 yılında ziyarete geldiklerinde, sokağın eski adının “Ispartalıyan” olduğunu söylemişler.

Kırk yıldır Buca’da yaşıyorum ve Eski Buca sokaklarının bunca yıldır çok değişmediğini söyleyebilirim. Bölgede belirli sokak ve evlerin sit alanı olarak korunuyor olmasının olumlu etkisi büyük. Neredeyse hiç bozulmamış, bize eskiyi yaşatan sokaklarımız var hâlâ. Yanıkkahveler sokaklarında dolaştığımda çocukluğumu yaşıyorum. Herkesi tanıyor gibiyim. Kapılarının önlerinde oturan yaşlı teyzelere selamımı verip, esnafla şakalaşıp, sokakta miskin miskin yatan kedileri sevip kahvehanede çayımı yudumlarken iyi ki hâlâ böyle yerler var deyip mutlu oluyorum. Hızla betonlaşan dünyamızda biz insanların ruhları da betonlaştı. Her ne kadar ruhları olan evler olsa da o yerleri güzelleştiren insanlardır. Şimdi sözü mahallemin ruhları betonlaşmamış insanlarına bırakıyorum.


Buca'nın Yanıkkahveleri 2

Geçmişte Buca'nın en zengin ailelerinin yaşadığı ve eski adı Dutlu Sokak olan Barış Manço Sokağı yayalaştırılarak çocukların özgürce oynayabileceği bir alana dönüşmüş. Mahalleli, mevsiminde mis gibi dut kokularının duyulduğu sokağın eski adını daha çok seviyor. 

Bugün Yanıkkahveler kıraathanesinde mahallenin bir dönem çocukları olan sakinleriyle randevum var. Sıradan bir kıraathane değil burası; havuzu, dut ağaçları, tarihiyle, bir zamanlar yılların tanığı özel bir yerdi. Tam öğlen vakti, kahvenin en yoğun olduğu saatlerde buluşmamız. Ben biraz heyecanlıyım, insanın yaşadığı yeri yazması zor. İlk misafirim Ali İhsan Amca. İnce belli bardaklarımızda çaylarımızı yudumlarken o anlattı, ben sözünü kesmeden dinledim. Heyecanlı, özlem dolu anlatımlarını bozmadan kendi cümleleriyle yazıyorum.

“Eh işte bizde buralarda doğduğumuz için ayrılamıyoruz buralardan. Benim bütün hayatım bu mahallede geçti. Babam Balkan harpleri sırasında ilk Trakya’ya geliyor. Buraya geldiğinde hayvancılıkla uğraşıyor. Hizmetkarlık diyorlar o zaman. O zamanlar memlekette de hayvanlarla uğraştığı için sadece onu biliyor. Buca’daki akrabalarımızı bulmak beş senesini alıyor. Kahvenin eski sahipleri bizim akrabamızdı. Zamanla akrabaların adresini buluyor ve bu mahalleye geliyor. Burada evlenip çoluk çocuğa karışıyor. On kardeşiz biz. Şu an kız kardeşimle ben hayattayız, gerisi hep rahmetli oldu. Aslında en eskilerden kalanlardanız. Bir sürü arkadaşım var; bazıları rahmetli oldu, bazıları evden çıkamıyor. Şükür ben geliyorum, hatta bisikletle geliyorum. Her öğlen eski arkadaşlar bu kahvede buluşup hasret gideriyoruz. Bizim gibi son demlerini yaşayanlar için bu bir-iki saat bulunmaz zamanlar. Çoğu evlerin sahipleri öldü, evler torunlara kaldı. Torunlar da satıp gidiyorlar. Sözde bu evler satılmayacaktı ama satıyorlar. Müteahhidin biri ne kadar satılık ev varsa hepsini topluyor. Mahallemizin dokusu değişmeye başladı. Zamanında mahallemiz sit alanı olduğu için korunuyordu. Bir ara dönemin belediye başkanı kendi evini kurtarsın diye sit olmaktan çıkarttı. O zamanlar dört katlı evler dikilmeye başladı. Sonra tekrar sit ilan edildi. Sit alanı dereceleri değiştirilerek 1., 2., 3. derece sit bölgeleri oldu. Birinci derecelere el değmezken diğerleri maalesef aç gözlülüğe kurban edilmeye başladı. İki kata kadar izin veriliyor.”


Buca'nın Yanıkkahveleri 3

Yanıkkahveler'de şüpheli bir yangınla küle dönen bir konak. Bunun gibi ihtişamlı köşklerde zengin Levantenler yaşarken esnaflar ve memurlar daha mütevazı, tek katlı evlerde otururmuş. Türkler, Rumlar, İtalyanlar ve İngilizler birlikte uyum içinde, karşılıklı saygı ve sevgiyle yaşamışlar.

Ali İhsan Amca’yı masal dinler gibi dinliyorum. Anlatırken o zamanları özlediğini görüyorum. Kendisine o zamanları özleyip özlemediğini sorduğumda, heyecanla şöyle yanıtlıyor: “Nasıl özlemem! Özlüyorum tabii ki, çok güzeldi, yabancı yoktu, hep birlikteydik, ecnebi de olsa yerliydi onlar da. Beraber okumuşuz, komşuluk yapmışız, beraber yiyip içmişiz. Ben Buca’nın her yerini elimle koymuş gibi bilirim. Otobüsün son durağı Heykel’di. Herkes orada iner ve oradan binerdi. Dutlu Sokak dediğimiz yer şimdi Barış Manço Sokağı oldu. Ben bu ad değişikliğine hep karşı oldum ve oraya hâlâ Dutlu Sokak diyorum. O sokak Buca’nın en eski ve en zengin, iyi ailelerinin yaşadığı sokaktı. Başta Ethem Beyler vardı. Ethem Kantarcı buranın en zenginiydi. Dr. Orhan Kantarcı, Ahmet Çe Bey, Mehmet Çe Bey ve Atatürk ile beraber olan iyi insanlar buraları sahiplenmişti. Cevat Bey Ankara’da görevli, Yunus Bey yine buranın ilk gelenlerindendi. Karakolun olduğu sokakta meşhur Dramalılar yaşıyordu. Yine Çevik Bir Paşa da orada oturuyordu. Cumhur Asparuk Paşa ise Yanıkkahveler’de oturuyordu. Yine kiliseye yakın ecnebilerden kalma yapılar vardı. Şimdinin kız yetiştirme yurdu gibi. Benim çocukluğumda ecnebilerin kaldığı bir binaydı. (İnşa edildiği dönemde, bölgede yaşayan papazların eğitim için gittikleri bir okuldur. Kapuçun Papaz Okulu diye bilinen bina, günümüzde Buca Kız Yetiştirme Yurdu olarak hizmet vermektedir.) Devlet destekli bu binada mübadele döneminde gelen göçmen aileler kalırdı. Karakol Sokak ve Yaylacık Mahallesi mahallenin diğer kısımlarından. Gerçi Yaylacık Mahallesi şu an betona yenik düşmüş durumda. O zamanlar Kozağaç buranın yaylasıydı. Aileler çoluk çocuk pikniğe giderdik. Şimdi beton yaylası oldu. Orada bağlarımız bahçelerimiz vardı. Dereler şarıl şarıl akardı. İçme sularımız oradan gelirdi. Sulara bir şey olmasın diye askeriye beklerdi. Hatırlıyorum, tam yüz dört asker beklerdi. Gaziemir tarafına da buradan su giderdi. Kendi kaynak sularımız vardı, tarlanın yanından şakır şakır sular çıkardı. Sonra çevre derelerden gelen sularla birleşip eski ismi Paşa Köprüsü olan yerde Meles çayıyla birleşip, İzmir’de denize dökülüyordu. Buca su havzalarıyla doluydu. Daha sonraları evlerimize buradan içme suları bağlandı. O zamandan bu zamana baktığımda her yer beton oldu. Yaşadığım o güzellikler gelip geçti.”

Buca'nın Yanıkkahveleri 4

Yanıkkahveler'in yaşlıları, genellikle Rumeli’den göç eden ailelerin torunları. Türklerin ve Levantenlerin uzun yıllar bir arada yaşadığı Buca'da eski zanaatler ve ustalar tek tük de olsa varlığını koruyor. Genç nesilden çırakların yetişmiyor oluşu bu mesleklerin geleceğini tehdit ediyor.

Ali İhsan Amca’nın bu anlattıkları benim ilk kez duyduğum bilgiler oldu. Şimdi apartmanlardan yol bulamadığımız yerlerin eskiden sulak alanlar olması çok şaşırtıcı geldi bana. Şu an yaşadığım bölgenin bir zamanlar tütün tarlası olması gibi. Otuz yedi yıl önce İzmir’e ilk geldiğimde birçok yer üzüm bağları, zeytinliklerle doluydu. Buca’nın geçirdiği bu değişime ucundan kıyısından şahit olmuştum aslında.

Ali İhsan Amca anlatmaya devam ediyor: “Bu sokaktan aşağı Çevik Bir Meydanı’na kadar evler vardı, sonra bağlar başlardı. Yukarıda Heykel'de şu an SGK binası olan yer verem hastanesiydi. Büyük bahçeli Levanten evleri vardı. Nüfus on-on iki bindi. Fransız, İtalyan, Hollandalı, İngiliz köşkleri vardı. Ana caddenin karşı tarafında Türkler, bizim tarafta ise ecnebiler yaşıyordu. Türk nüfus çok azdı. Işılay Saygın’ın evinin karşısındaki yerler buranın en eskileriydi. Adnan Menderes’in eşinin akrabaları olan Evliyazadeler’in olduğu yerler. Yaşlılar ölünce onlardan kalanları çocukları, torunları satıp buradan gittiler.

Buca'nın Yanıkkahveleri 5

Yanıkkahveler'deki tarihi evlerin çoğunda bir avlu, avluda da kuyu bulunurmuş. Bugün bir kısmı öğrenci yurdu olarak kullanılan bu konakların avlularında gençler ders çalışıyor.

Bizim yaşadığımız taraf tamamen ecnebi doluydu. Yedi Kızlar diye bir okul vardı (Buca’da 1850-1936 yılları arasında Fransız rahibelerce işletilen bir Katolik Kız Okulu). Öğrenciler sadece siyah beyaz uzun kıyafetler giyerdi. Ben altı-yedi yaşlarında çocuktum. Daha sonra o okul bize hediye edildi. Yedi Kızlar Okulu oldu Çakabey Okulu. Her saat başı onların çanları çalardı. O zamanlar henüz yasaklanmamıştı. Bayramlarında ve bilhassa pazar günleri hep gelirlerdi. İbadetlerini yapıp giderlerdi. İlişkilerimiz çok iyiydi. Onlarla alışveriş yapardık. Top oynardık. Hatta on altı yaşımdayken bir spor takımı kurduk. Sonra, ben cadde üzerinde bir terziye çırak olarak girdim, kalfa oldum. Askere gidene kadar da oradaydım. Heykel’de verem hastanesini geçince sağ tarafta onların Güzel Hava Kulübü diye bir kulüpleri vardı. Orada hanımlarının beş çayları olurdu. Kadınlar çay içerken erkekleri tenis oynarardı. Biz de arada bir o kulübe gider, muhabbet ederdik. Çok içli dışlıydık, hiçbir problemimiz yoktu. Devlet onlara sahip çıkıyordu, rahatsız etmeyelim diye. Biz onlara hiçbir şey söyleyemezdik çekinirdik. Onlar her öğlen uyurlardı. Biz oyun oynadığımızda bizim gürültümüz onları rahatsız ederdi. Sonra gece bekçileri gelirdi ve bizi uyarırdı. Onları dinlemezsek bizi kovalarlardı. Bir de şu var ki, Kıbrıs’a ilk giden askerlerdenim. Orada savaşırken burada içli dışlıydık. Ayrıca Yahudiler de çoktu, boyoz onlardan kalma. Onların yeri Karataş’tı, kumaşın erbabıydılar. Mahir adlı Yahudi bir arkadaş vardı. Dükkanları tek tek gezerdi. Evlerimizin kapıları çalınırdı ve kadınlarımız ondan alışveriş yapardı.”

Buca'nın Yanıkkahveleri 6

Kuru fasulyecisi, dönercisi ve meşhur Buca tostçusuyla Yanıkkahveler'in sokakları yıllar boyu değişmeyen tatları yaşatıyor. Semte adını veren iki kahvehanenin yanmasının ardından kahvehanelerden biri onarılmış. Bu kahvehanede, yaşlı ağaçların altında adaçayı içmek ve yüzyıllardır devam ediyormuşçasına süren sohbetlere kulak misafiri olmak pek keyifli. 

Buca Yanıkkahveler’in en tanınmışı, Buca Tostçusu İsmail Usta’mla devam edelim yazıya. Son zamanlarda Buca Tostçusu deyince Yanıkkahveler, Yanıkkahveler deyince Buca Tostçusu hatırlanır hale geldi. Yüce gönüllü İsmail Usta, bu semtin gönüllü turizm elçisidir.

“Ödemişliyim, Yörük’üm ve otuz beş yıldır bu mahallede oturuyorum. Bu işe 2005 yılında başladım. Önceden peynirciydim, sonradan tostçu oldum. Ana mesleğim gözlükçülük, tornacılık, oto tamirciliği, çilingirlik, eczacılık, fırıncılık, pazarcılık. Saydığım mesleklerde bir tek eczacılıkta eleman yetiştiremedim. Diğer mesleklerde ise adam yetiştirecek kadar zanaatkarım. Bende aynı zamanda lokmanlık da var. Lokmanlığın verdiği bilgiyle; hangi ot hangisiyle lezzet ve şifa verir bilgisiyle böyle lezzetleri meydana çıkardık. Bu kıvama gelmemi yaptığım mesleklerde edindiğim tecrübeler sağladı. Ustalarım, ‘Oğlum, müşterinin parasını alırken duasını da alacaksın’ derdi. Hakikaten alınıyormuş. Hepimiz ahilik geleneğinden gelen ustaların yanında yetiştik. İlk zamanlar fark etmemişiz, meğer bize çok şey katmışlar. Hayatımızı ona göre şekillendirip, ona göre yaşamaya başlamışız. Biz Buca Tostçusu olduysak Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencileri ve hocaları sayesinde olduk. Bu işe başlarken en büyük hayalim, herkesin gönül rahatlığıyla yiyebileceği bir ürün yapmaktı. Bunu başardık. Tost yapımında baharatlarını kendim ayarladığım kasap sucuğu, Ödemiş tulumu, kara fırın ekmeği ve lokmanlığın verdiği yetenekle on yedi çeşit baharatın karışımıyla hazırladığım özel soslu salça kullanıyorum. Üzerine kendi yaptığımız sade tereyağını da sürünce tostumuz hazır. Buca Tostçusu’nda kredi kartı geçmez. Bunun nedeni, yitirdiğimiz güveni tekrar kazanabilmek. Kart geçmediği için, ‘Biz bir daha gelemeyiz’ diyenlere, ‘Hiç önemli değil, bizim adımıza bir çocuk sevindirin yeterli’ deriz. Burs verdiğimiz öğrenciler var. Özellikle kız çocuklarını seçiyorum. Başarılı bulduğumuz ihtiyaç sahibi çocuklara mümkün olduğu kadar yardımcı oluyoruz. Buraya geldiğinizde, babamın yerine, abimin yerine geldim düşüncesiyle gelin. Çekinmenize gerek yok. Paranız olmayabilir, banka kartınız olmayabilir. Hepimiz insanız sonuçta.”


Buca'nın Yanıkkahveleri 7

Yanıkkahveler'in mirasına sahip çıkamamaktan üzgün olan mahalleli, anne babaları ölünce evlerini satan çocuklardan, bu yapıları almak için hazırda bekleyen müteahhitlerden dert yanıyor.

Şimdi de, Yanıkkahveler ile özdeşleşmiş bir zanaatkar, belki de sanatının son ustalarından biri, Kunduracı Salih Ören’in emek kokan mütevazı dükkanındayız.

“Ailem Selanik ve Tikveş'ten gelip Buca'ya göç etmiş. Kendimi bildim bileli Yanıkkahveler semtinde yaşıyorum. Yedi yaşındayken Memduh Usta'nın yanında çırak olarak mesleğime başladım. Daha sonra Fikret Usta ve Fahrettin Usta'nın yanında kalfa olarak çalıştım. Kunduracılığı öğrenerek usta oldum. 1959 yılında on beş yaşındayken kendi dükkanımı açtım. Altmış dört senedir bu dükkandayım. Yurt dışından bile müşterilerim var. Ürettiğimiz ayakkabılar kişiye özel ve el yapımı. Siparişi veren müşterimizin önce ayak ölçüsünü alarak ayakkabının kalıbını hazırlıyorum. Kösele ve derisini özel olarak kendim seçiyorum. Büyük bir disiplin içinde özenle üretmeye devam ediyorum. Eskiden Yanıkkahveler’de yani bir zamanlar buralarda tütüncüler ve eşekleriyle beraber oduncular sıralanıyordu. Garibanlık vardı, gündüz herkes dağ tepeye gider, odun toplardı. Akşam olunca da eşeklerle odun satarlardı. Aslında çok garibandık. Burası Rumlardan kalmaydı. Yanıkkahveler Buca’nın kurulduğu yer. Yani eski Buca burası. O zamanlar Yaylacık yukarı mahalle, buralar ise aşağı mahalle diye biliniyordu. Atatürk buraya Selanik göçmenlerini getirmiş ve onlara ev vermiş. Yaylacıklılar demiş ki, biz burada yaşayamayız. Bizde hayvancılık var, bize tepelerde bir yer ver. İşte Yaylacık dedikleri yer o zamanlar tepe bir yermiş. Sonra büyüdü, koca muhit oldu, artık kimse kimseyi tanımıyor. Ancak biz eskiler birbirimizi tanırız. Buradan kaçan ecnebilerin akrabaları çok seneler sonra buralara geldiler. Evlere baktılar. O evlerden anaları babaları, belki kendileri kaçmışlar. Evleri almak istediler ama sahipleri vermedi. Eskiden komşuluk çok iyiydi, yemin ederim akraba gibiydik; kapılarımızı kapatmıyorduk. Eskinin mirasına sahip çıkamamaktan dertliyim. Burada bir müteahhit var. Aldığı yerlerin sayısını bilmiyor. Babalar analar ölünce çocukları evlerini satıyor. Benim bir evim var, kiraya vermiyorum. Nasıl beş bin lira diyeyim emekli birine. Üzülüyorum ben bu duruma. O yüzden boş duruyor.”

Vitrinin birinde topuklu erkek ayakkabıları var. Onları soruyorum kimler giyiyor diye. “Her kesimden giyen var. Mesela geçen gün hanımıyla beraber bir doktor geldi. ‘Bana bir ayakkabı yap’ deyince topuklu ayakkabıları gösterdim. ‘Bana aynısından yap’ dedi. Kimse sipariş vermezse Türkiye'nin cezaevleri bana yeter. Cezaevlerindeki kabadayı mahkumlar, özellikle arkası basık ayakkabıları bana sipariş ederler. Bahçede volta atarken ayakkabının üzerine basarlar. Bunun için özel deri kullanırım. Sonra ayakkabıyı tekrar eski durumuna getirdiklerinde iz kalmaz. Bende mahkumların çoğunun ayakkabı ölçüsü var. Ellili, altmışlı yıllarda külhanbeylik moda ve külhanbeylerin kendine özgü bir giyimi var. Ayakkabılar basık, sivri burunlu, yumurta topuklu olacak. Ama Buca Polis Karakolu'ndan Baş komiser Ziya Tüzün böylelerinden hiç hazzetmez, akşamları istasyon yanına bir sandalye koyup oturur, gelip geçenlerin ayakkabılarına bakardı. Basıksa, yumurta topuksa, parmağıyla çağırır, karakola götürür, gereğini yapardı. Ama asla esnafın nasıl ayakkabı yapacağına karışmazdı."

Salih Amca, o yıllarda yolların toprak olması nedeniyle bir çift ayakkabının yedi-sekiz ay dayandığını, ekonomik nedenlerle aynı ayakkabının dört-beş kere pençeye getirildiğini anlatıyor.

“Bir de hâkim, avukat, idareci ve doktorlar gıcırdayan ayakkabıya merak sarmışlardı. Böyleleri yürürken ayakkabılarının gıcırdamasından hoşlanırlardı. Gazeteci Tayfur Göçmenoğlu'nun ‘Beşonsekiz Treni’ adlı kitabında da belirttiği gibi, biz de gıcırdayan ayakkabı üretmek için bir teknik geliştirmiştik. İkiye katlanmış ince deri arasına toz kömür koyup gaz yağı sürer, sonra üzerine çiriş, yani ağaç tozu serpip, bu ikiye katladığımız deriyi, ayakkabının tabanının altına yerleştirirdik. Gıcırdayan ayakkabıyı giyenlerin cakasından geçilmezdi."


Buca'nın Yanıkkahveleri 8

Mahallenin zarif yürekli hanımlarının sokak sohbetine biz de konuk olduk. Üçkuyular'dan ötesi eskiden bağlık bahçelikmiş. Ana caddenin alt tarafında akan derenin civarında yetiştirilen domateslerin kokusu tüm mahalleye yayılırmış. 

Salih Amca’nın dükkanından çıktım yürüyorum. Karnım nasıl aç anlatamam. Haydi dedim, Kamo Beybi’de kuru fasulye pilav yiyeyim. Fasulye hayaliyle sevimli tahta masaya oturdum. Ama yemek yok, çay ve bisküviye talim. Tam çayımı içiyorum, mahalle sakinlerinden bir bey. “Biraz önce kahvedeydiniz, biraz da ben anlatayım burayı” dedi. Magma dergisi epey bir heyecan yarattı mahallede. Çay eşliğinde Yüksel Bengi Bey’i dinliyorum şimdi.

“Altmış beş sene önce Ödemiş'ten buraya geldim. Buranın eski tek katlı evlerini çok iyi hatırlıyorum. Bana istediğiniz yeri sorun burada. Alın haritayı elinize, bir dükkânın yerini şaşırırsanız, ben istediğiniz yeri size gösteririm. O zamanlar sokaklarımız Arnavut kaldırımlı taş sokaklardı. Burada her evde bir kuyu vardır. Yağmurlar yağdığı zaman her evde sular patlardı. Kuyularımız ağzına kadar dolar ve bodrumları su basardı. Bir de 5.18 trenimiz vardı bizim. 5.18 trenini İngilizler getirmişti buraya. Tren Buca’dan kalkar Alsancak’a giderdi. O zamanlar Alsancak'ta Tekel vardı, Yemiş vardı, Tariş vardı. Göçmenlerin hepsi buralarda çalışıyordu. Sabahleyin altıda trene binerler, akşam 5:18 treninden inip asker gibi bu sokaktan geçip Üçkuyular'a giderlerdi. Sokağın sonu Üçkuyulara çıkar. Üçkuyular son duraktı burada, Üçkuyular’dan öte bir yer yoktu. Öte yerler bağlık bahçelikti.

O zamanlar burada Rumlardan çok oturan vardı. Yine Ziraat Bankası'nın olduğu yerde ecnebiler yaşardı. Hemen arka tarafımızda Fransızlar otururdu. Bunlar doğma büyüme buranın yerlileriydi. Bizim komşularımızdı, çocuklarıyla hep arkadaştık. Zengin Levantenler Dutlu Sokak’ta oturuyorlardı. Dutlu Sokak’ın muhteşem evlerini görmelisiniz. Evlerin birçoğu öğrenci yurdu şu an. Aynı güzellikleriyle yaşıyorlar. Levantenlerin bahçıvanları, işçileri veya hizmetkarları ise Yanıkkahveler Sokağı’nda oturuyordu. Bu sokaktan at arabaları geçerdi. Tıngır tıngır bağlara, bahçelere at arabasıyla giderlerdi. Buca’mız o zamanlar böyleydi işte. Ana caddenin alt tarafı dereydi, bir domat yetişirdi, kestiğin zaman kokusu ta nerelerden duyulurdu. Buca’mız o zamanlar çok güzeldi. Yanıkkahveler Sokağı’ndan biraz aşağı indiğiniz zaman oralarda üzüm bağları vardı, İtalyanlarındı. Ama zaman geçtikçe onlar buraya ayak uyduramadı. Ama bizim burası hiç değişmedi. Merkez burasıydı, ne ararsanız burada vardı. O zamanlar kiralık otobüsler vardı buraya. Belediye otobüsleri yoktu. Süha Göksel belediye başkanı olunca 1, 2, 3, 4, 5 numaralı otobüsler çalışmaya başladı. Otobüslerin çalışması Buca’ya bir hava getirdi. Ama merkezin Üçkuyular'a taşınması sokağımız için hiç iyi olmadı. Bir anda hiçbir şeyin değeri kalmadı gibi. Aniden dört katlı evler yükselmeye başladı. Sonrasında iki katta kaldılar. Daha sonra, rahmetli Işılay Saygın ve Yüksel Çakmur sayesinde semtimiz tekrar sit alanı ilan edildi. Şimdiyse ufak evlere dadanan, paraya doymaz bir müteahhit 1+1 evler yapıyor. İleride ne olur bilmiyoruz. Belki buralara gökdelenler dikilecek. Yaylacık Mahallesi gibi beton yığını olacak.”

“Bir akşam buradaki teyzelere misafir olduk, yaz akşamları evlerinin önünde toplanıp gece bire kadar oturduklarını öğrendik” diye ekliyorum. Yüksel Abi anlatmaya devam ediyor. “Sokağımızdan araba geçmiyordu. Hanımlar sokağı silip süpürüp gece yarısına kadar oturuyorlardı. Şimdi burası ralli pisti gibi oldu, o kadar çok araba geçiyor.”

“Tütün ihalesi burada, bizim kahvede açılırdı. Burada yaşayanların çoğunluğu tütünle uğraşırdı. Bir de bilirsin, Buca üzüm bağlarıyla meşhur. Üzümlerden Buca razakisi vardı, Şam razakisi vardı. Her tarafı bağlarla çevrili olan Buca’mızda senede bir festivali olurdu. Nasıl hareketli olurdu anlatamam. Kocaman kazanlarda pekmez kaynatılırdı. Boşuna üzüm kokan semt demiyorlar buraya… Sevgi vardı, şefkat vardı o zamanlar. Araba yoktu, kötülük yoktu.”


Buca'nın Yanıkkahveleri 9

Yanıkkahveler'de ev sahiplerinin zevkli desenleriyle süslenmiş evler mahalleye sıcaklık katıyor. Daha sade bırakılan bakımlı konaklarsa kişiyi zaman yolculuğuna çıkararak farklı kültür ve dillerin bir arada yaşadığı 1800'lü, 1900'lü yılların Buca'sına götürüyor.

Yolumun üzerinde, mahallenin eski sakinlerinden Aydın (Çağatay) Bey’e bir selam vereyim dedim. Küçücük ofisinde çocukluk arkadaşlarıyla toplaşmışlar. Böyle bir ortamı kaçırır mıyım, hemen odaya girdim. Aydın Bey Yanıkkahveler’in tanıtımında büyük uğraş verenlerden biri. Yanıkkahveler’i biraz da ondan dinliyorum:

“Mahallenin bu kadar önemli olmasının nedenlerinden biri ilk belediye binasının bu civarda olması. Belediyede çalışan çöpçü, nakliyeci, zabıtanın burada oturması. Böylelikle bu semtte oturanların ekonomik durumları iyileşti. Ayrıca bu civarda oturanların bağları bahçeleri olduğu için taşradan gelenler burada iş bulurlardı. Üzüm zamanı üzüme, tütün zamanı tütüne giderlerdi. Zeytini de unutmayalım. En önemlisiyse tren yolunun burada olmasıydı. Mahallemizde oturup Alsancak’taki tütün mağazaları, pamuk işletmelerine bu trenle giderlerdi. Günlük bir-iki lira yevmiye alan bu insanlar aldığının yarısını trene biletine vermektense Buca’dan Alsancak’a kadar yürürlermiş. Tren Levantenlere ait olduğu için onlar böyle bir sorun yaşamazmış. Levanten kasabası olması nedeniyle burada Protestan, Katolik, Ortodoks ve İngiliz Kiliseleri bulunuyor. Vatandaş üzümü topluyor, kurutuyor ama satamıyordu, çünkü bütün piyasa Levantenlerin elindeydi. Onlar ürünleri Avrupa'ya pazarlıyordu. Kendi aralarında da bazen öldürücü olabilen acayip bir rekabet vardı, zira çok ısrarcı olanları deniz kıyısında hamallara öldürtüyorlardı. Levanten evlerinden bahsedecek olursak, onlar üç gruba ayrılıyordu; büyük köşklerde zengin Levantenler, ikinci grupta esnaflar, memurlar, üçüncü gruptaysa fakirler otururdu. Fakir denilenler Yunanlı ve Rumlardı. O evlerde baca yoktu; banyo, tuvalet hepsi dışarıdaydı. 

Odada bulunanlardan Mustafa (Akçagün) Bey anlatıyor: Rumlar, İtalyanlar, İngilizler bizden ayrı, ama bizden biri gibi yaşadılar. Yine de çoğu zaman iç içeydik. Annem kurban keserdi, pay götürürdüm İtalyanlara. Yine annem süt gönderirdi komşumuz madama. Karşılıklı sevgi saygı vardı. İnsanların kutsal günlerinde buraların en eski insanları birbirlerine saygısızlık etmezdi. Bayramlarda ziyaretimize gelirler, biz de onlara 26 Aralık'ta giderdik kutlamaya. Onların çocukları bisikletle dolaşırlardı, bizse tahtadan atla dolaşırdık. Atlarımızı kendimiz yapardık. Bu dediklerim ellili yıllarda olan şeyler.”

Şimdi de söz Ali Hikmet Bey’de: Buca kendine has, hoş bir yerdi. Komşuluk Buca’da o kadar güzeldi ki, insanlar birbirine sonsuz güvenirdi. Buca’mızın tarihi mirası çok eskilere dayanmasına rağmen, asıl yerleşme mübadeleyle beraber başlar. Buca’da genellikle Rumeli’den göç eden ailelerin torunlarıyız. Sadece birbirimizle değil, ecnebilerle de aile gibiydik. Buca’daki Katolik Kilisesi o zamanlar ibatede açıktı. Herkes sabah yedide gider, ibadetini ederdi. Kilisenin çanı her sabah çalardı. Biz çocuklar yedi çanıyla uyanıp sekizde okulumuza giderdik. Tabii o zamanlar her yer sessiz olduğu için kilisenin çanı Buca’nın her yerinden duyulurdu. Aynı Ramazan topunun sesinin duyulması gibi. Burası diğer mahallelerin aksine tarihi dokusuyla günümüze kadar geldi. Sit alanı olması da buna katkı sağladı.”


Buca'nın Yanıkkahveleri 10

Atatürk'ün buraya getirttiği Selanikli göçmenler hayvancılıkla uğraşmaya devam etmek istedikleri için Yaylacık adlı daha tepelik bir mahallede yaşamayı tercih etmişler. Bugünse Yaylacık mahallesi beton yığınına dönmüş.


Dili, dini, kökeni farklı nice toplumu topraklarında misafir etmiş Buca. Her toplum, geldiği yerin gelenek ve göreneklerini de beraberinde getirmiş. Müthiş bir mahalle kavramı oluşmuş. Ecnebisi, Türk’ü, herkes birbirini tanımış. Acılarını, sevinçlerini, düğünlerini, bayramlarını paylaşmış. Yanıkkahveler sokaklarında birlikte gezindiğimiz Magma dergisi Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek’in sözleriyle bitiriyorum yazımı: “Yanıkkahveler’de eski, görkemli günlerden kalma evlere hayranlıkla bakıyor insan. Nedense güneş çok parladığında Meksika’ya benzetiyorum burayı. At arabaları, gençler ve ihtiyarlar... Herkes ne kadar da sakin, dingin; sokağın bir adabı varmış gibi saygılı. Hızla geçen araba ve motosikletleri saymazsak çıt çıkmayacak sokaklar... Bu zarif, sakin sokağa sıkışıp oturanların, onların kaldırımlarının bu arabalardan, bu kurye motosikletlerden arındırılması çok mu güç? Adamın hamburgeri bir an önce ulaşsın diye, tekerlekler ayak parmaklarının, burunlarının dibinden mi geçsin bu sakinlerin? Ama geçiyorlar işte. Sessizce bir kıyıda oturmak günah mı sayılıyor artık? Bir sokağı, iki sokağı bile kurtaramıyor muyuz lastik tekerlekler cehenneminden? Oturma odalarına habersizce dalar gibi girip çıkıyor o tekerler. Neredeyse selam alıp verebilirsin, o denli yakınlar karşılıklı evler. Birkaç bina dışında da alçak yapılar egemen, göğü kapatmayan türden. Gökyüzü duvar olmamış. Üstelik umudun yitirilmediği sokaklar bunlar, büyük acılar sanki hiç yaşanmamış gibi uyumlu sokaklar...”

Yazarın notu: Bu yazının yazıldığı Ekim 2022 tarihinden bu yana geçen üç yıl içinde bile Yanıkkahveler semti büyük bir yıkımla dönüşüme uğradı ve bu dönüşüm devam ediyor.