Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu parçalandı, toprakları işgal edildi. İşgal askerlerinin büyük çoğunluğunun yığıldığı yer, başkent İstanbul’du. Beş yıla yakın işgal altında kalan imparatorluk başkentinde travmatik ve köklü dönüşümler yaşandı. Özellikle iç savaştan kaçan Rus göçmenlerin beraberlerinde getirdikleri yenilik ve alışkanlıklarla şehrin hayatı yeni bir kalıba döküldü.

İşgalle birlikte İtilaf Devletleri’nin onbinlerce askeri İstanbul’a yığıldı. En gözde kamu binaları işgal ordusunun hizmetine verildi. Meydanlar, caddeler talim yapan, devriye gezen yabancı askerlerle bambaşka görünüme büründü. Bu fotoğraf, 1920 yılından: Britanya askeri birliği, Tophane’deki Nusretiye Camisi önünde. Fotoğraf: Amerikan Ulusal Kongre Kütüphanesi
Cihan Harbi ertesi Osmanlı’nın yenik düşüp silah bırakışması imparatorluğu kaotik bir ortama taşımıştı. İzleyen mütareke evresinde İstanbul travmayı yaşayacak, köklü dönüşümlere uğrayacaktı. Bir süre sonra Sevr’de Osmanlı toprakları paylaşılmış, altı yüz yıllık imparatorluk neredeyse haritadan silinmişti. İstanbul, Milli Mücadele süresince işgal altında kaldı, beşeri sermayesi köklü dönüşümlere uğradı. Osmanlı’yı yenilgiye uğratan cephelerdeki kayıplardan çok içerideki toplumsal çöküntüydü. Beşeri sermayesi her geçen gün tükenip gitti.
İstanbul’un mütareke yıllarında hareketli bir nüfusu oldu. Gideni de geleni de çoktu. Kimi kenti terk edip Anadolu’ya sığınıyordu. Gelenlerin çoğuysa zorunlu göçe tabi insanlardı. Rusya’da Bolşevik devrimi sonucu önemli bir nüfus İstanbul’a sığınmak zorunda kalacaktı. Ayrıca işgalle birlikte İngiliz üniformalı Sih subayı, Senegalli Fransız çavuşu, İtalyan jandarması, Yunan Efsun askeri, Amerikan Coni’si kente doluştu.
1921 yılında yayınlanan Şehremaneti İhsaiyyat [İstatistik] Mecmuası, Nüfus Müdüriyeti’ni kaynak olarak gösteriyor, İstanbul’un 1919 yılı nüfusunu, 661.649’u erkek, 468.006’sı kadın olmak üzere toplam 1.129.655 olarak veriyordu. Resmi kayıtlarda böylece ilk kez İstanbul’un nüfusu bir milyonun üzerine çıkmış oluyordu. Ancak bu sayının gerçeklerle bağdaşır bir yönü yoktu. Sayım yapılmadığı için Nüfus Müdüriyeti’nce derlenen nüfus istatistikleri tutarlı bir yöntemden yoksundu. Nitekim o günlerin hükümetlerince de bu sayılara pek itibar edilmemiş, gerektikçe ve özellikle seçimler gibi olağanüstü durumlarda İstanbul’un nüfusu değişik yöntemlerle saptanmaya çalışılmıştı.

Ortaköy’de bir fırın. Osmanlıca, Ermenice, Latince (İbranice karakterlerle), İngilizce, Yunanca ve Rusça dillerinde tabelalar ve her millete hitap eden ekmek çeşitleriyle işgal yılları İstanbul’unun kozmopolit niteliğine işaret ediyor.
1922 yılında Miralay Esat Bey’in polis müdürlüğü sırasında İstanbul’un nüfusunun, hane, dükkân ve otel sayısının belirlenmesi amacıyla polis merkezleri aracılığıyla sayım yapılmış ve düzenli defterler ve cetveller oluşturulmuştu. İstanbul, Anadolu - Rumeli sahilleriyle Boğaz, Üsküdar ve Adalar’daki toplam 32 polis merkezinin yürüttüğü sayım sonucu İstanbul halkı “millet”lere ayrılarak mahalle mahalle kaydedilmiş, ayrıca erkek, kadın, kız ve erkek çocuk sayıları belirlenmişti. Sayım sonucu 373.124 İslam, 158.219 Rum, 87.919 Ermeni, 40.018 Musevi ve 51.006 diğer “milletler”den olmak üzere toplam 710.286 nüfus bulunmuştu. Bu sayıların yüzde 48,6’sını erkekler, yüzde 51,4’ünü kadınlar oluşturuyordu.
Polis Müdüriyeti’nin bu sayımı 1922 Temmuz’unda sonuçlanmıştı. Bir ay sonra Anadolu’da Büyük Taarruz başlamış, bir kısım yerli ve yabancı Rum nüfus Anadolu’dan ve İstanbul’dan çekilmişti. Mudanya Mütarekesi ertesi savaş yıllarında İstanbul’a sığınmış olan bir kısım Anadolu halkı topraklarına dönmüştü. Öte yandan Kasım 1922’de işgal kuvvetlerinin de kenti boşaltmaya başlamasıyla 1922 sonlarında İstanbul’un nüfusu temmuz ayına oranla 50-60 bin dolayında bir düşüş göstermişti. Ardından “mübadele” nedeniyle, Mübadele Komisyonu’nun açıklamalarına göre, 40-50 binlik bir düşüş daha gerçekleşmiş ve İstanbul’un nüfusu cumhuriyetin ilanıyla birlikte 600 bine inmişti.
İhsaiyyat Mecmuası’nda verilen sayılara oranla Polis Müdüriyeti’nin verileri daha sağlıklı gözüküyordu. Nitekim İstanbul’un Ankara hükümetinin denetimine girişi ertesi mebus seçimleri için yapılan erkek nüfus sayımı sonuçları Polis Müdüriyeti’nin verilerine yaklaşmaktaydı. Seçim sayımına göre İstanbul vilayetinde kazalarla birlikte toplam 290.802 erkek kaydedilmişti. Sayım İslam erkek nüfusu hemen hemen tam olarak yansıtmaktaydı. Gayrimüslimlerin aynı istekle seçimleri desteklemedikleri varsayılırsa sayıma bu kesimden katılımın daha düşük olması beklenirdi. Bu olasılık da göz önünde bulundurulursa toplam erkek nüfus 300 bin olarak düşünülebilirdi. Her ne kadar kentlerde ve özellikle İstanbul gibi yabancısı bol bir kentte, hele art arda izleyen savaşlardan sonra kadın erkek oranının eşit varsayımı sakıncalar doğurabilirse de kaba bir toplama ulaşmak için erkek nüfus ikiye katlanabilir, şehremanetiyle İstanbul vilayeti kazalarında 600 bin dolayında bir nüfusun bulunduğu ileri sürülebilirdi.

İşgal, şehrin Türk ve Müslüman ahalisinde derin travma yaratırken yerli Rumlar tarafından sevinçle karşılandı. Rumların yoğunlukla yaşadığı Büyükada, Yunan bayraklarıyla süslendi.
1922’de 600 bin olarak tahmin edilen İstanbul vilayeti nüfusundan 100 bini kazalara ayrılır ve kalan 500 bin nüfusa İstanbul’da geçici olarak bulunan 30-40 bin dolayında yabancı da eklenirse kentin nüfusu ya da şehremaneti sınırları içinde kalan nüfusun 530-540 bin dolayında olduğu ileri sürülebilirdi.
Mütareke yıllarında İstanbul’u terk edenler ve işgal edenler olduğu gibi İstanbul’da sığınanlar da vardı. Balkan Savaşları’ndan beri yerinden yurdundan olan bir kısım Müslüman ahali İstanbul’a göç etmişti. Bunların yanı sıra aynı anda İstanbul’da bulunmasalar bile toplamı bine yaklaşan Beyaz Rus İstanbul’dan geçmişti. Çarlık Rusyası Bolşeviklerce devrilince İstanbul beyaz Rus ordularıyla birlikte kaçan Rus aristokrasi ve zengin tabakası sersefil İstanbul’a varmıştı. Onbinlerce kadınlı erkekli Rus İstanbul’a yerleşti. Kaçanlar varlıklı kimseler olmalarına karşın yanlarına pek az şey alabilmiş; çoğu kez canlarını kurtarmakla yetinmişlerdi. Göçmenlerin pek fazla seçenekleri de yoktu. O sıralarda İstanbul ve Sırbistan dışında Ruslara kimse vize vermiyordu.
İşgal orduları askerlerinin ve Rusların istilasına uğrayan İstanbul, yeni kültürel alışkanlıklar edinmekte gecikmedi. İşgal güçleri belirli tüketim örüntülerini özendirirken yoksul halk güç koşullar altında yaşamını sürdürebiliyordu. Savaş enflasyonu her geçen gün toplumsal yapıyı derinden etkilemiş, fakru zaruret had safhaya varmıştı. İstanbul’un yoksulları kent sekenesiyle sınırlı kalmadı. Rus göçmenlerle birlikte sefalet giderek yayıldı. Sefahat ile sefalet İstanbul’da buluşmuştu. Göçmenler İstanbul’a gemiyle varıncaya değin çok güç günler geçirdi. Çoğu üzerinde ne varsa öylece kaçmış, pislikten, sefaletten bitlenmişti. Bu nedenle kadınlar saçlarını kökünden kestiler; ne buldularsa başlarına geçirdiler.
İstanbul, yoksulluğuna karşın kendine özgü estetik değerleri oluşturmakta gecikmedi. İstanbul ahalisi Rus kadınların saç biçimini moda belledi: “Rusbaşı” adıyla kısa kesilmiş saç revaç buldu. Dersaadet hanımefendileri bu zavallı göçmenlerin rengârenk örtülerini taklit etmekte sanki birbirleriyle yarıştılar. Omuzları yırtık elbiseler çabucak moda oldu. Böylece mütarekeyle birlikte gündeme gelen “milli moda” ile “Rus modası” kaynaştı. Bir zamanlar Abdülhamid yönetimine karşı modanın simgesi olan çarşaf artık demodeydi. Osmanlı kadınının “tesettüre” karşı savaşında boy hedefi oluşturdu. Osmanlı feminizmi çarşafa karşı tavrını bundan böyle açık bir dille ifade ediyordu. Bu yıllarda İnci, Süs ve Yeni İnci dergileri cumhuriyet öncesi “milli modanın” öncülüğünü yaptı. Çarşaf ismen kalkmasa bile Batılı kadın giysilerinden fark edilemeyecek oranda değişime uğradı. Peçe kalktı; baş Rus kadınlarında olduğu gibi bir tülbentle sarıldı. İstanbul hanımları cumhuriyetin kılık kıyafet ve şapka devrimini mütarekeden itibaren uygulamaya sokmuşlardı.
İstanbul’da mütarekeyle birlikte yaşam tarzında köklü değişiklikler oldu. Cihan Harbi tüm dünyada zaman ve hız anlayışını değişikliğe uğratmıştı. Savaş öncesi bundan böyle durağan kalıyordu. Savaş sonrası toplum anlayışı bile “mobil”di. Teknolojileri barışa uyarlandığında hayatın akışı hareketlenmişti. Bundan böyle yeni tüketim örüntüleri çıkmıştı. Otomobil, uçak, telefon, radyo günlük yaşamın bir parçası olmaya adaydı. İstanbul’da genç kızların ve kadınların en büyük tutkusu bundan böyle otomobille Maslak tepelerine gezintiye çıkmaktı.

Çarlık Rusyası Bolşeviklerce devrilirken kaçan Rus zenginleri, sersefil halde İstanbul’a ulaştı. Kadınlı erkekli onbinlerce Rus İstanbul’a yerleşerek işgal yılları boyunca şehrin insan haritasına yeni renkler ekledi; gündelik hayata kendilerince yön verdi. Fotoğraf: Getty Images
Amerika’da artık kadınların çamaşır makineleri, elektrik süpürgeleri vardı. Afro-Amerikalıların müziği caz adı altında tüm dünyayı sarıyordu. Keza Amerikan kadınlarının başlattıkları “flapper” modası kısa sürede Avrupa’ya, oradan Türkiye’ye ulaşacaktı. Artık geçmişin düşük tempolu valsleri yerine çarliston, fokstrot türü temposu yüksek dans çeşitleri dansing’lerde her yaş gurubunu cezbediyordu. Mütarekenin dansing’leri asriliğin gereği cumhuriyete devredildi. Mütarekede başlayan dans müsabakaları cumhuriyette de varlığını sürdürdü. Artık mukavemet yarışları yapılıyordu.
Tüm bu gelişmeler Türkiye’de de kademeli biçimde gözlemlenmeye başladı. Ama her şeyden önce “mesire” anlayışı değişti. Boğaz yerine artık Adalara gidilir oldu. İstanbullu denize girmeye başladı. Plaj modasını Rus göçmenler getirmişti. Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkı bu kez bugün Florya diye bildiğimiz, bir kuş adı olan “Fülürye”ye koştu. Burada yarı çıplak Rus dilberleri denize giriyorlardı. Eskiden halk, tarihi çınarlar ve memba sularıyla ünlü Fülürye’ye fülürye kuşunu dinlemek için giderken bu kez kızgın kumlar üzerinde yatan Rus dilberleriyle önce göz banyosu ardından üzerlerinde ne varsa kendilerini suya atarak deniz banyosu yaptılar. Bu arada Fülürye Rus şivesiyle Florya’ya dönüştü. Böylece mütareke yıllarında mahremlik giderek kalkıyordu. Zaten iktidar boşluğu nedeniyle insanların pek karışanı yoktu. İşgal kuvvetleri de bu tür yaşantıyı doğal karşılıyordu. Müslüman Türk kadınları için de açılıp saçılma devri başlamıştı.

Sokakta oyun oynayan çocuklar bir arada. Giysileri, farklı milletlerden olduğunu göstermektedir. İşgal yıllarının yokluk ve yoksunluğundan en çocuklar zarar gördü, 1920.
Mütarekenin İstanbul’a bir diğer hediyesi barlardı. İstanbul hovardası Galata’nın izbe meyhanelerinden, balozlarından barlara terfi etti. Yine Rus göçmen güruhu bu konuda öncülük etti. Bar öncesi benzer işlev gören ve sınırlı kesime hitap eden kafe-konserler vardı. Sesleri akortsuz Romen aktörler, kendi ülkelerinde gözden düşmüş Fransız şantözler, garip şiveli Danimarkalılar, Japonya’dan gelme cambazlar, kısacası feleğin savurduğu tüm insanlar Osmanlı’nın son döneminde bu kafe-konserlere doluşmuştu. Cebi para gören İstanbul delikanlı sekenesi bir süre bu kafe-konserlere dadandı. Ama mütarekeyle birlikte barlar ilgi gördü.
Öte yandan yeni doğmakta olan sinemaların geniş bir müdavim kitlesi oluştu. Mütareke sinemalarında dünyayı devretmiş, aşınmış filmler art arda gösterime giriyordu. Değişik ülkelerde yapılan bu filmler çoğu kez Fransız yapımı diye halka yutturuluyordu. Fransız dilberleri o yıllarda da revaçtaydı. Ellerinde pastırma ya da sucuk ekmek işsiz güçsüz İstanbul seyircisi bu havasız izbe mekânlarda günlerini geçiriyordu. Keza tiyatro kumpanyaları arasında da Fransızlar revaçtaydı. Ancak Fransız etiketini hemen hemen tüm kumpanyalar kullanıyordu. Paris’in Cimnaz tiyatrosundan gelmiş diye ilan edilen matmazelin şivesi Felemenkçeye çalıyor ya da Alman aksanıyla Fransızca konuşuyordu.
Beyaz Ruslarla birlikte Beyoğlu yeni bir görünüm kazandı. Lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane işi kısa sürede Rusların eline geçti. Ekseriya Rus Yahudileri tarafından yönetilen bu yerlerde Osmanlı delikanlısı, Ruslara özgü gece hayatını ve eğlencesini tanıdı. Böylece işgal altında kan ağlayan bir kentte Ruslar sayesinde halkının yüzü biraz güldü. İstanbul’un durgun ve kapalı yaşamına canlılık geldi.

Savaş ve işgal yıllarının İstanbul’unda sokak lokantaları çok yaygındı. İç savaştan kaçıp gelen Rusların açtığı pastane, kafe, bar ve restoranlarla İstanbul’un eğlence ve yemek kültürü dönüşüme uğradı. Fotoğraf: Amerikan Ulusal Kongre Kütüphanesi
Yeni açılan Avrupai eğlence mekânlarında Wrangel ordusu döküntüleriyle kapağı İstanbul’a atmış kibar Moskof kadınları garsonluk ediyordu. Ekseriya zabit rütbesinde olan kocalar, lokanta ve barlarda kapıcı, barmen, krupiye ya da becerisi varsa piyanist olarak istihdam ediliyordu. Rus aristokrasisine mensup bir generalin lokanta bulaşıkçısı ya da seyyar satıcı olması işten bile değildi. General üniformalarıyla küçük oyuncak bebekler satmak üzere köhne İstanbul sokaklarına dalan; “bir matmazel beş kuruş” diye müşteri ayartan Rus zabitleri olağan sahnelerdi.
Ancak zevcelerin bulunduğu yerlerde çalışmak kural dışıydı. Bu tür yerlerde karı kocanın gözden ırak olması gerekiyordu. Kadınlar iş saatlerinde kocalarından uzak ve serbesttiler. Cezbettikleri tutkunlarına ucuz gönül vermemeyi de biliyorlardı. Sessiz sedasız İstanbul hovardasını soyup soğana çevirmede hayli marifetliydiler. Sabahın saat ikisinden sonra koca karısını barın kapısında bekler ve eve götürürdü.

Mütareke yılları en çok, İstanbul’un eğlence hayatını değiştirdi. İşgal orduları subay ve komutanları için düzenlenen balo ve konser gibi etkinliklerle Avrupai alışkanlıkları imparatorluk başkentine taşıdı.
Wrangel ve Denikin’in zabitleri önce hazır yemeyi tercih etti. Zevcelerinin mücevherlerini ve kürklerini sattılar. Mütareke yıllarında İstanbul’un kürk ve mücevher piyasası hareketli bir dönem geçirdi. Orta halli bir ailede, kadın kocasına elden düşme bir kürk aldırtmakta maharetliydi. Ancak bir süre sonra Ruslar sıfırı tüketti. Bar, kabare, kumarhane vb bir mekânda iş tutamayanlar, arkalarında eski zabit üniformalarıyla sokaklarda potin bağı yahut çiçek ya da kâğıttan yapılmış çocuk oyuncakları satmak zorunda kaldılar. Bir kısım Moskof zabitleriyse sokaklarda tombala ve rulet kurup serbest kumar oynattı. Bu oyunlar hileliydi. Lastik top çoğu zaman sahibinin arzuladığı numaranın deliğine düşerdi. Safderunların paralarını söğüşlemek bu zabitler için an meselesiydi.
Rus dilberlerin tombalaları o denli yaygınlaşmıştı ki tombala “millî afet” ilân edildi. Limancı Hamdi diye bilinen Ahmet Hamdi (Başar) başkanlığında ve çoğu Darülfünun öğrencisi olan 300-400 üyeli bir Tombalayla Mücadele Derneği kuruldu. Tombala oynatılarak halkın soyulduğunu, tombalanın sosyal huzursuzluğa yol açtığını ileri süren dernek, üyelerini seferber etti; kahve kahve dolaşarak kahvehane sahiplerini tehdit edip Rus dilberlere gözdağı verdiler. Tüm bu ittihatçı yöntemler para etmeyince de kahvelere girip tombalanın mazarratı ya da sakıncaları üzerine halkı aydınlatan konuşmalar yaptılar. Ama İstanbul erkeğini bu sevdadan vazgeçirmek kolay değildi. Bu arada meşihat da devreye girdi; tombalanın dinen caiz olmadığı üzerine camilerde vaaz verdirilmeye başlandı. Bu çok yönlü çabalar zamanla sonuç verdi. Tombalacı Rus dilberler kazandıkları mevzileri terk etmek zorunda kalarak kahvelerden çekildi.


İşgal kuvvetlerine mensup subaylar Avrupa tarzı eğlenceyi burada aynen devam ettirirken askerler de şehirdeki Rus göçmenlerin yarattığı eğlenceli dünyaya daldı. Bu karmakarışık yıllarda kan ağlayan, durgun ve kapalı bir yaşam biçimine sahip İstanbulluların yüzü de Rusların hareketlendirdiği yeni eğlence biçimleriyle güldü biraz.
Rus göçmenler mütareke yıllarında İstanbul diline, kültürüne de sayısız katkıda bulundu. Güzel anlamına gelen “haraşo” kelimesi bunlardan biriydi. Kumarı tombalayla takviye etiler; çiftetellinin yanına balalaykayı kattılar. Bundan böyle mütareke İstanbul’unda kazaska ile zeybek, sarışın ile esmer yan yanaydı. Sefil Rus kafileleri para kazanmak için her yola başvuruyordu. Hatta Osmanlı’nın ata sporundan esinlenerek kadın güreştirdiler. Mütareke gazetelerinde “Rus matmazelleri tarafından güreş; dokuz kısımdan mürekkep; fiyatlar 15 kuruş” türü ilanlara rastlanıyordu. Tabii güreşen kadınların güreş tekniği konusunda bir şey bilmeleri beklenmiyordu. Ama seyreylemeye gelen de güzel vücut, kıvrak hareketler peşindeydi. Ayrıca kadınların akrobasi hareketleri de gençleri cezbediyordu. Milli Sinema’dan içeri kapağı atanı bir göz ziyafeti bekliyordu: Sahnede, ne de olsa kadının hâlâ “tesettür” eylediği bir dönemde, ince bir ten fanilası giyip akrobasi hareketleri yapan Rus kızları dudak uçuklatıyordu. Bu hileli giyim, artisti çıplakmış gibi gösteriyor; heyecanı büsbütün artırıyordu. Erkek atlet genç kızı havaya atıyor; sonra belinden tutup hatta ayaklarından tutup hızla döndürüyordu. En heyecanlı sahne buydu. Mütareke yıllarında Milli Sinema’da Rus varyetelerini seyretmek ayrı bir gayret gerektiriyordu. Sinema önünde biriken kalabalığı yarmak ve gişeye uzanmak her tanrı kuluna nasip olamazdı. Kalabalığın bir diğer nedeni de işsiz güçsüz bir seyirci zümresinin bu mekânı mesken edinmesiydi. Birçoğu aynı varyeteyi defalarca görmekten usanmıyordu.
Rus istilasından en büyük darbeyi Direklerarası yedi. Artık burada geleneksel sanatlar dışında her şey mubahtı. Tombul kantocular, Şamranlar, Virjiniler, Amelyalar sessizce sahneyi terk ettiler. Yemeğe salça kadına kalça sözü bayatladı. Bundan böyle şişman, tombul, kalçalı kadınlar Osman Hamdi’nin tablolarında tarih oldu. Semirmek modası son buldu. Kilosuz kadın revaçtaydı. Mütareke, kadın modelini Ruslardan esinleniyordu. Yeni kadın sarışın, mavi gözlü, endamlı olmalıydı. Ne Kel Hasan’ın oynadığı Köy Düğünü’ndeki tombul ve esmer kızlar, ne de Leblebici Horhor Ağa’nın paluzeleri artık İstanbul erkeğini cezbediyordu; varsa yoksa Rus dilberleri örnek alınıyordu.
Direklerarası “sermaye” çevreleri de bu yeni tür “meta” peşine düşmekte gecikmedi. Hem bu göçmen kuşlar eski kantocular gibi insandan kaçmıyorlardı. Vardakosta yürüyor; dizlerine kadar tafta fistan giyiyorlardı. Cesur, insana alışık, sevecendiler. Erkek müşterileri mest ediyorlardı.

İşgal kuvvetleri, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u tam bir sıkıyönetime aldı.
Rus göçmen kızların İstanbul’da sanata katkıları bu tür varyetelerle sınırlı kalmadı. Sanayi-i Nefise Mektebi, Rus dilberlere aşinaydı. Göçmen kadınların kolay para kazanma yollarından biri de modellikti. Çıplak model bulmak o yıllarda hemen hemen imkânsızdı. Cihan Harbi ertesi göçmen Rus kadınlar bu boşluğu da doldurdu. Sarışın dilberler Kız Sanayi-i Nefise Mektebi’ne olduğu kadar, Cağaloğlu’ndaki Erkek Sanayi-i Nefise Mektebi’ne de dadandı. Mısır püskülünü andıran saçlarıyla Nina, mütareke yıllarında Sanayi-i Nefise’de el üstünde tutuldu. Namık İsmail, Çallı İbrahim, Feyhaman Duran aynı modeli resmetti. Galatasaray sergileri geleneksel “manzara”lardan çıplak “nü”lere çark etti. Bundan böyle “üryan” kadın fecri temsil ediyordu. Manzara resmi ise göçmen Rus ressamlara kaldı. Bunlar tiyatroları, sinemaları, pastaneleri eski Sadabâd manzaraları, geleneksel eğlence türleriyle Göksu’da, Kağıthane’de kayık sefalarıyla donattılar.
O yıllarda Rus göçmenlerinin Avrupa ülkelerine gidebilmeleri hemen hemen olanaksızdı. Wrangel ve Denikin’e her türlü desteği vaat eden Batılı ülkeler, yenik düşen Beyaz Rus ordularının döküntülerini ülkelerine kabul etmiyorlardı. Vize aslanın ağzındaydı. Ancak İstanbul’da nüfuzlu bir yabancının metresi olmayı başaran ve o sayede seyahat izni koparan kadın, kocasını da peşinden sürükleyerek dilediği ülkeye gidebiliyordu.
O yıllarda kadın bedeni en geçer akçe metaydı. Rus kadınlarının güzelliği, zarafeti İstanbul erkeklerini büyülemişti. Hele tombalacı hatunlara İstanbul erkekleri deli divane oluyorlardı. İşgal yıllarında İstanbul’un kıyı bucak hemen her kahvehanesine Rus kadınları dadanmış, müşterilerle tombala oynamaya başlamışlardı. Divanyolu’nda, Aksaray’da, Kocamustapaşa’da tombalacı hatunların uğrak yeri olan kahveler bundan böyle tıklım tıkış doluyordu. Kolları göğüsleri açık, güler yüzlü, sarı saçlı, mavi gözlü Rus dilberlerini karşılarında görenler keselerinin ağzını açmakta fazla direnemiyor; tombala oynayarak evin rızkını Rus dilberlerine kaptırıyorlardı.
Rus kızları tombalacılık yanı sıra garsonluk da yaptı. Zamanla İstanbul’da bir dizi Rus lokantası açıldı. Beyoğlu’nda bu lokantalarda bir liraya nefis bir tabldot yemek yemek mümkündü. Ancak mükellef bir sofra, şarabıyla, şampanyasıyla 18-20 liraya kadar çıkıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk lokantalarının Ruslarınkiyle rekabet etmeleri olanaksızdı. Türk Hayatı dergisi “dedikodu” sütununda Rus müteşebbis lokantacıların müşterileri celp etmek için ilginç yöntemler uyguladığını kaydediyordu. “Yolunacak kazları”, dükkânlarına çekmek, onları neşelendirerek içirmek için güzel Rus kızları garson olarak çalıştırıyorlardı. Türk lokantaları bu tür olanaklardan yoksundu. Ancak “millî iktisat” burada da Türk lokantacıların imdadına yetişti. İstanbullu lokantacılar aralarında dernek kurdular. Lokantacılar Cemiyeti, Türk lokantalarında “temiz ve nezafetle hizmet etmeyi öğrenmiş garsonlar” yetiştirmeyi, lokantalarda “nezafet”e riayet edilen bir ortam yaratmayı amaçladılar.
Lokantalar yanı sıra Rusların etkin olduğu alt sektörlerden biri de pastanelerdi. İstanbul’a pasta zevkini aşılayanlar Rus göçmenler oldu. Seçkin tabaka artık muhallebicilere yüz vermiyor; pastanelere takılıyordu. Kaçamaklar bundan böyle pastaneler köşelerine kayıyordu. Giderek pastane tutkusu yaygınlaştı. Mütareke yıllarında İstanbul’un dört bir yanında açılan pastanelerde servis Rus dilberlerinin tekeline geçti. Mustafa Remzi, Pastacı Kız adlı eserinin girizgâhında pastane modası hakkında şunları anlatıyordu: “İstanbul’un bin bir güzellikle dolu geçen hayatında pastaneler pek mühim bir mevki ihraz etmektedirler. Ruslar memleketlerinden hicret edip de şehrimize iltica ettikleri zaman Türkler onlara kucaklarını açtılar. Ve onları hiçbir işlerine yaramadıkları halde karga besler gibi beslediler. Onlar yalnız bir işe yarıyordu: Zenginlerin zevklerini tatmin etmek. Evet onlar İstanbul’da ilk iş olarak bunu yaptılar ve her zengin Türkün can evine girdiler. Ve kendilerine ram ettiler. Rusya’nın demokrat Bolşevik tabakasından kaçarak buraya gelenler; zengin erkeklerin koyunlarında hem şehvet hırslarını tatmin, hem de kazançlarını temin ettiler. Onların hiçbiri, bilhassa hiçbir dişisi sürünmedi, dilenmedi. Karıları yüksek yerlerde insan avlarken erkekleri çiçek sattılar, her şey yaptılar. Velhasıl sürünmediler. İşte o zaman Beyoğlu’nda pek çok pastaneler açıldı. Ve bir kısım Rus kadınları da oralarda çalıştılar. İşte o zamandan sonra halkımızda bir pastane merakıdır aldı, yürüdü. Buralara evvela oldukça yüksek adamlar devam ederken bilahare orta ve aşağı tabakalar da oralarda eğlenmeye başladı. İşte o zamandan beri Beyoğlu’nda pastane hayatı azim bir tekemmüle doğru yürüyüp gidiyor.”

İstanbul’daki İngiliz işgal ordusunun subayları, halk arasında bir sokak oyunu izliyor. Fotoğraf: Amerikan Ulusal Kongre Kütüphanesi
Türkiye’de tarih yazımının boşluğunu edebiyat, bu arada roman ve hikâye doldurdu. Edebi eserler toplumsal tarihin ana kaynaklarından biri ola geldi. Hele bunlar avam için yazılan türden olursa daha da bir önem kazandı. İşte Pastacı Kız, bu tür bir öyküydü. Tüccardan Necdet Bey’in, Ekim Devrimi ertesi İstanbul’a kaçan ve Beyoğlu’nda bir pastanede garsonluk eden Rus kızı Nadya’ya, ölümle sonuçlanan tutkusunun öyküsüydü. Pastacı Kız, risale büyüklüğünde bir hikâye kitabıydı. Her hafta yayımlanan bu tür öykü kitapçıkları, Cihan Harbi ve işgal ertesi İstanbul’da gündeme gelen yeni tür bir yaşam tarzını, kadın erkek ilişkilerinde varılan düzeyi yansıtan, o günün ölçüleriyle iç gıdıklayan dizilerdi. Toplumsal tarih ve zihniyet tarihi açısından önemli birer kaynak oluşturan bu kitapçıklar, 2. Meşrutiyet yılları ve ertesi toplumsal dönüşümü günü gününe yansıtır olmuştu.
İstanbul’da fuhuş da mütareke yıllarında daha bir yaygınlaştı. Resmi zabıta kayıtlarına göre mütareke yıllarında İstanbul’da “vesikalı” 2.125 fahişe çalışıyordu. Yine aynı kayıtlara göre “vesikasız” çalışan 979 hayat kadını vardı. Bunların dışında bu mesleği zaman zaman icra eden binin üzerinde kadın polis müdüriyetince biliniyordu. Toparlanırsa geçimini fuhuşla idame ettiren 4.500 ila 5.000 dolayında kadın vardı. Vesikalılar arasında, beklenilenin tersine, Müslüman kadınlar başta geliyordu. Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Mustafa Galib Bey’in resmi kayıtlardan aktardığı bilgilere göre mezhebi ve tabiiyeti Müslim olan 774 fahişe vardı. Gayrimüslim Osmanlı kadınları arasında 691 Rum, 194 Ermeni ve 124 Musevi vesikayla çalışıyordu.
Fuhuş mütareke yılları İstanbul’unu mesken edinmişti. Belli başlı üç umumhane mıntıkası vardı: Beyoğlu’nda Abanos ve Zibah mıntıkaları ve Galata mıntıkası. Meşrutiyetin özgürlük ortamının yarattığı “feminizm”, Osmanlı kadınını bir ölçüde geleneksel değer yargılarından koparmıştı. Ancak savaşların neden olduğu yoksulluk birçok kadını sefalete sürüklemiş, fuhuş giderek yaygınlaşmıştı. İstanbul Cihan Harbi yıllarından itibaren bir çöküntüyü yaşıyordu. Mütareke yıllarında, İstanbul sekenesinin yoksul kalışı, birçok Rus göçmenin, parasız pulsuz İstanbul’a sığınması, alkol, kumar, fuhuş gibi alışkanlıkları körüklemişti.
Sıhhiye Heyeti’ne göre İstanbul’da fahişe sayısı her geçen gün artmaktaydı. Galata’da çalışanların çoğunluğu Rum kökenliydi. Bunların bir kısmı Yunan pasaportu taşıyordu. Rumların ardından sayı olarak Ruslar geliyordu. Ancak Rus fahişelerin sayısı büyük bir olasılıkla resmi kayıtların üzerindeydi. Galata’da ayrıca Avusturyalı, Romen, İtalyan, İspanyol, Bulgar, Sırp, Amerikan, Fransız, Alman ve “zenci” fahişeler vardı.
Umumhanelerde çalışan fahişeler genellikle 19 - 22 yaşları arasındaydılar. 25 yaşın üzerinde fahişe enderdi. Ancak Üsküdar’da çalışan 36 yaşında bir fahişeye rastlanmıştı. Beyoğlu’ndaki barlarda 13 yaşından itibaren fuhşa sürüklenmiş vesikasız kızların çalıştırıldığı sıkça görülüyordu. Nitekim Şişli Emraz-ı Zühreviye Hastanesi’nde tedavi gören 14 yaşında kızlar vardı.
İşgal yıllarında umumhanelerin denetimini bilfiil işgal askeri polisi üstlenmişti. Gece 22’de tüm hanelerin kapanması gerekiyordu. Bu sıkı denetimden birçok umumhane sahibi şikâyetçiydi. İşlerin tam açıldığı sırada dükkân kapatmak zorunda kaldıklarından yakınıyorlardı.

Beyoğlu - İstiklal Caddesi, askeri gövde gösterilerinin ana mekânıydı. İşgal kuvvetlerine ait bir piyade birliği caddede resmi geçitte... Fotoğraf: Robert Sennecke
İşgal yıllarında Abanoz sokaktaki bazı evlerin uyuşturucu pazarladıkları duyulmuştu. Kokain müşterileri, genellikle Amerikalı denizcilerdi. Beyoğlu barlarının müdavimleri işgal kuvvetleri askerleriydi. Tophane barlarının müşterileri ise Amerikalı ve İngiliz asker ve denizcilerdi.
Bar, kafe, ya da lokantalarda çalışan hayat kadınlarının genellikle civarda bir özel odaları bulunuyordu. Müşteriyi orada götürürlerdi. Galata’daki bar kadınlarıysa çoğu kez yakındaki fuhuşhanelerden geliyordu. Müşterilerini de umumhanelere çekerlerdi. Mütareke yıllarında bar, kafe ve lokantalar birçok yoksul kız için fuhşa başlangıç noktasıydı. Umumhaneye düştükten sonra da şarkıcı ya da göbek dansözü olarak bar ya da pavyonlarda çalışıyorlardı. Müşterilerini de buralardan kaldırıyorlardı.
İşgal yıllarında umumhane vizite ücretleri 15 kuruştan başlıyor, 5 liraya kadar yükseliyordu. 15 kuruşluklar Galata’daki en paçoz yerlerdi. 5 liralıksa Beyoğlu’nda Yankee House diye bilinen evdi. Randez-vous evi diye bilinen buluşma mahallerinde vizitenin daha da yükseldiği görülüyordu. Şişli’de zengin Müslümanların uğrak yeri olan bir buluşma mahallinde vizite ücreti bir aralık 10 liraya kadar çıkmıştı.
Dersaadet Polis Mektebi Müdürü Mustafa Galib, Müslüman kadının düşüşünü İşgal yıllarında şu satırlarla yansıtıyordu: “Kelimenin bütün kudret-i manasıyla Payitaht birçok servetlerini menâbi-i gayr-ı meşruaya (gayrı meşru kaynaklara) tahsis edip sarf ederken diğer taraftan zaruret-i hayatın kurbanları nazar-ı dikkati çâlib bir surette tekessür ediyor. ... bilhassa İstanbul ahali-i müslimesi bir gayya-i musibete doğru yuvarlanıp gidiyor.”
Dönemin birçok yazarı zaruret ve ihtiyacı fuhşa yataklık eden, onu körükleyen belli başlı neden olarak sayıyordu. Ancak maddi nedenler yanı sıra başka saiklere de dikkati çekenler vardı. Ahlak çöküntüsü bunların başında geliyordu. Mustafa Galip, “memleket muhitinin ahlâken tefessüh-i tamma uğraması”nı en belli başlı nedenlerden biri olarak görüyordu. Ahlak çöküntüsü ya da Mustafa Galip’in deyişiyle “emraz-ı ahlâkiyye” ülkenin toplumsal yapısı üzerinde yıkıcı etkilerde bulunmuştu. Cihan Harbi toplumun değer yargılarını yıpratmış, ahlaki çöküntüye neden olmuştu.
Özellikle İstanbul’un Müslüman ahalisi bir “gayya-i musibet”e doğru yuvarlanıp gitmekteydi. Payitaht birçok servetini gayri meşru kaynaklara tahsis edip sarf ederken öte yanda “zaruret-i hayat”ın kurbanları nazarı dikkati celp edecek surette artmakta, çoğalmaktaydı. Bu olumsuz gelişmenin birçok nedeni vardı. Zaruret ve ihtiyaç başta gelen nedendi. Yanı sıra “memleket muhitinin ahlâken tefessüh-i tamma uğraması” belli başlı nedenler arasındaydı. Ahlak çöküşünün ülkenin toplumsal bünyesi üzerinde yaptığı en tahripkâr tesir fuhuş sorunuydu.
1918 - 1922 arası İstanbul’u sanki Vietnam savaşındaki Saygon’u anımsatırcasına servet ve sefaleti aynı potada eritti. Ahlaki çöküntü bundan böyle kol geziyordu. Bir yandan işgal orduları öte yandan Rus dilberleri ateşle barutu simgelediler. Mazhar Osman çöken payitahtı şu satırlarla dile getiriyordu: “Umumi Harp oldubitti, Umumi harpte içenler, parası bol bir takım türediler, soysuzlardı. Mısır ekmeği yemekten, şeker hasreti çekmekten insanların çoğu içkinin tadını bile unutmuştu. Lakin mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul sokaklarına yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında zilzurna Rum dilberleri Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyorlardı, barlarda İngiliz neferleri viskiyle zilzurna olduktan sonra gelene geçene saldırıyorlardı. Hele Fransızların koloni askerleri yapmadıklarını bırakmıyordu. Rum ve Ermeni kahpelerinin aşklarıyla coşkun ve galibiyet neşesiyle taşkın bu medeniyet ordusuna Bolşeviklerden kaçan çar enkazı da ilave edildi. Bizans ömründe görmediği sefahat hayatını sürüyordu. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus prensesleri, kontesleri bu sarhoş alayını büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı doyurmuyordu; beyaz toz, kokain aldı yürüdü. İstanbul’un mahalle kahvelerine kadar sarışın Rus dilberleri beyaz tozla yayıldı. Kokainle halkın aklı, tombalayla parası çalınıyor, tımarhanelere kokainmanlar, eteromanlar, morfinmanlar doluyordu. İstanbul Allahlıktı; her hükümet karışıyordu; hiçbir hükümet bir şey yapamıyordu. Halk kütlesi elden gidiyordu. Topla, tüfekle, tayyareyle, bombayla dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti; İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul Rus orospularına mağlup olmuştu.”

İşgal ordularına ait subaylar bir arada
Cihan Harbi imparatorlukların sonu olmuştu. Anadolu’da birçok kent yıkıntıya uğramış, taş taş üstünde kalmamıştı. İstanbul’un mekânı korunmuştu. Ama beşeri sermayesi büyük bir darbe yemişti. Cihan Harbi ertesi İstanbul’un yaşadığı toplumsal çöküntünün bir başka örneği yoktu. Savaşmış ülkeler arasında bu denli tefessüh etmiş başka bir kent görülmedi. Bu nedenle yeni bir ulus kurarken Ankara’nın işi zordu. İlk aşamada İstanbul’dan uzak durmak gerekiyordu. Bu nedenle başkent Anadolu’nun ortasına, Ankara’ya alındı. İstanbul’da yaşanan travma yirmili yılların sonlarına kadar sürdü.
Ankara 1929 buhranıyla birlikte toplumsal yapıya çekidüzen vermeye karar verdi. Buhranla birlikte hovardalık, aşk maceraları geri planda kalmış, ülke insanı geçim derdine düşürmüştü. Bu evrede devlet ideal vatandaşı inşa etme sürecine girmişti. Cumhuriyetin hedefinde kadın ve gençlik vardı. Halkevleri yeni nesle yeni bir kimlik aşılamayı hedefliyordu. Bir tür kültür devrimiyle bu idealleri yeni nesle aşılanacaktı. Kadın ekonomik gerekçelerle bir kez daha zapturapt altına alınmıştı. Gençlik için kurtuluş yolları spor etkinlikleri ve izcilikti. Cazbandın yerini halk müziği alacak, devlet konservatuarı Batı klasik müziğini ülkeye getirme çabası içerisine girecekti. Halk müziğiyle ülke insanı kendi değerlerini keşfetmiş, çarliston bir kenara bırakılarak çiftetelliyle yetinilecekti.
Otuzlu yıllarda Avrupa’da totaliter ve otoriter ülkelerde gençliğe bir başka görev daha yükleniyordu. Savaş sonrası, toplumsal çöküntüyü düzene sokmak, sarsılmış olan “milli bünyeleri” güçlendirmek, rejimin ekonomik ve toplumsal gündemini geniş kesimlere benimsetmek yönetimin temel hedeflerinden birini oluşturuyordu. Buysa her şeyden önce gençliğe rejimi aşılamakla mümkündü. Gençliği örgütleyerek rejim saffına almakla gerçekleşebilirdi. Ulusun askerlik yeteneğini yükseltmek, onu önceden savaşa hazırlamakla mümkündü. Bu amaçla Türkiye’de de okullara askerlik dersleri kondu. Toplu jimnastik hareketleri düzenlendi. Geniş bir izcilik örgütü kuruldu.
Bu arada otuzlu yıllarda aile yapısı yeniden güçlü kılındı. Fuhuş denetim altına alındı. Zührevi hastalıklarla mücadele amacıyla 1915’te çıkarılan mevzuat, yasaklayıcı olmaktan çok düzenleyiciydi. Ancak savaş yıllarında yetersiz kalmış, beklenen toplumsal, ahlaki ve sıhhi sonuçları doğurmamıştı. Cumhuriyet rejimi düzenleyici mevzuatı bırakmaktan yana oldu; fuhşu ceza tehdidi altında kesin bir surette men eden yeni bir mevzuat çıkarılmayı gündemine aldı. Bu yıllarda tüm dünyada benzer gelişmeler izlenmekteydi. Fuhşun kaldırılması amacıyla uluslararası bir federasyon oluşturulmuştu. Hükümetler nezdinde girişimde bulunan federasyon birçok ülkede umumhanelerin kapatılmasını sağlamıştı. Federasyonun sürekli çalışmaları sonucu Milletler Cemiyeti bünyesinde zührevi hastalıklara karşı mücadeleyle kadın ve çocuk ticaretinin yasaklanmasını amaçlayan bir komite kurulmuştu. Fuhşun tamamen kaldırılmasından yana olanların ve Milletler Cemiyeti’ndeki komitenin girişimiyle geniş bir propaganda kampanyası açıldı. Bu kampanya Türkiye’de de etkisini göstermekte gecikmedi. 1920’li yılların sonlarına doğru, dünya buhranıyla birlikte Türkiye yeni arayışlar içerisine girdi. 1929 sonrası benimsenen devletçilik, iktisadi düsturların yanı sıra toplumsal sorunlara da eğildi. Buhran ahlak sorununu da gündeme getirdi. Bundan böyle devlet aile ahlakını gözetecekti. Milli bünyenin her türlü tehlike, hastalık ve sarsıntılardan korunması devletin yeni görevleri arasında sayıldı. Cumhuriyet yönetimi için fuhuş milletin toplumsal bünyesini, hatta varlığını tehdit etmekteydi. Fuhşun önlenmesi, sağlıklı-gürbüz nesiller için ön şarttı. Öjenik politikalar otuzlu yıllarla birlikte giderek önem kazandı.

İşgalle birlikte İngiliz üniformalı Hintliler, Sihler, Senegalli Fransız askerleri, İtalyan jandarması, Yunan Efsun askeri, Amerikan Conisi İstanbul’a doluştu. Fotoğrafta İngiliz ordusundan Hint ve Sih askerler, meraklı bakışları üzerlerine çekiyor.
Bu amaçla hükümet “nizami fuhşun” kaldırılmasına çalışan uluslararası federasyonun “umumi evlerin tamamıyla menedilmesi” görüşünü benimseyerek 12 Nisan 1930 günlü Fuhuşla Mücadele Hakkındaki Tamim’i yayınladı. Valiliklere gönderilen bu tamimde Türkiye’nin hiçbir yerinde yeniden umumhane açılmasına izin verilmeyeceği bildiriliyordu. Mevcut umumhaneler diğer bir umumhaneden ya da yeniden bir kadını “sermaye” olarak alamıyordu. Sayıları her geçen gün azalacak olan umumhanelerde içki içmek ve çalgı çalmak yasaklandı. Yabancılardan fahişelik yapanlar, fuhşa aracı olanlar ve umumhane işletenler sınır dışı edildiler. Keza müzikhol, bar, kafeşantan gibi yerlerde çalışan yabancı artistler, uygunsuz davrandıkları takdirde aynı işleme tabi tutuldu. Tamim ertesi fahişeler sıkı bir gözetim altına alındı. Birçok kez fahişe avına çıkıldı; gelişigüzel evler basıldı. Bu arada birçok kez mesken masuniyetine tecavüz edildi. Gizlilik ve ketumiyete yeterince dikkat edilmez oldu. Haysiyet ve namus masuniyeti rencide oldu. Bu gelişmeler karşısında hükümet bir süre sonra geri dönüş yapmak zorunda kaldı. Fuhşun tamamıyla kaldırılıp yasaklanması girişimi 1933 tarihli Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Nizamnamesi ile geri bırakıldı. Bir bakıma denetim altında tekrar “nizami fuhşa” dönüldü.
Yirmili yılların sonu cumhuriyet için bir dönüm noktası oldu. Bundan böyle rejim toplumsal tabana yönelecek, beşeri sermayesine sahip çıkacak, rejimin değerleriyle donatılmış “yeni insanı” inşa edecekti. Diğer deyişle bir yandan çocuk ölümlerinin önüne geçecek, salgın hastalıkları önleyecek, evlilikleri özendirecek, otuz yıl dolayında olan yaşam umudunu yukarı çekecek, hızlı nüfus artışını sağlayacaktı. Öte yandan cumhuriyetin yeni nesillerine geçmişten farklı bir ahlak aşılayacak, yurttaşlık kimliğini oluşturacak, ona yeni idealler verecek, yeni değerlerle, “ideal”lerle donatılmış cumhuriyetin yeni insanını inşa edecekti.
MAGMA BAYKUS / SAYI 45 / NİSAN 2019