Yüzüncü yılına doğru 16 Mart 1920, İstanbul’un Birinci Dünya Savaşı sonrasında Antant, İtilaf ve sonra Müttefikler olarak anılan kuvvetlerce işgal edildiği tarih olarak hatırlanıyor. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 30 Ekim 1918’de imzalanmasından iki hafta sonra 13 Kasım 1918’de işgal edilmişti. İngiliz ve Fransız gemilerinden karaya çıkmakta olan askerleri gören görevli subay, dehşet içinde ne yapıyorsunuz diye sorduğunda İngiliz komutan işgal kelimesini kullanmadan, İstanbul’un müttefik kuvvetler karargâhı olmasına karar verildi demişti. Bir şeyi olduğundan daha hafif göstermenin (understatement) ustası olan İngilizler böylece başkente asker çıkarmayı işgal olarak tanımlamıyorlardı. Ancak 16 Mart 1920’de ileride göreceğimiz nedenlerden dolayı İngilizler bu defa askeri işgal gerçekleştirmekte olduklarını ilan edeceklerdi. Dolayısıyla yabancı tarihçiler ilkine fiili işgal (de facto) ve ikincisine hukuki (de jure) diyerek durumu açıklamaya çalışır. 

Siyaseten doğruculuk veya kelime oyunları tam da Shakespeare’in “gülün adını ne koyarsanız koyun, kokusu aynıdır” dizesine benziyor ama işgalin kokusu çiçek kokusu olmaktan fazlasıyla uzaktı. Üstelik 13 Kasım 1918’de başlayan ve 1920’de gövde gösterileri ve şiddet kullanımıyla devam eden işgalin hukuki dayanağı olmadığı bilhassa majestelerinin hukuk müşavirliği tarafından elastiki bir dille olsa da belirtilecek ama beyan arşivde saklı kalacaktı. Hukuken icazet isteyenler askeri makamlar olmasına rağmen sonuçta onlar güçlü Dışişleri Bakanı Nathaniel Curzon’un Başbakan Lloyd George hükümeti adına ilettiği kararı uygulamakla yükümlüydü. Benzer ikilemde kalan İngiliz subaylarından biri de Çanakkale Savaşlarında bulunmuş İngiliz Yüksek Komiseri Amiral John de Robeck idi. Amiralin yazışmalarında Londra’daki siyasi makamlara yolladığı raporlarla deniz kuvvetlerinde dost ve meslektaşlarına yolladığı özel mektuplar arasında büyük farklar var. İlk kategoride görevlerin dökümü raporlanırken ikincisinde kendi duygu ve düşünceleri ifade ediliyor. Örneğin İzmir’de Yunan işgaline ne denli karşı olduğunu, Yunan askerlerinin, at ve diğer levazımatın komutanı olduğu gemilerle Tekirdağ’a taşınmasından ne kadar mustarip olduğunu, Yunanlılar hakkındaki “tiksintiye varan” olumsuz düşüncelerine katarak anlatması kayda değer. 


Esir Şehir İstanbul 1

İstanbul işgali, İtilaf Devletleri’nin gövde gösterisine dönüştü. Zırhlı gemiler, denizaltılar Galata önlerine demir atıp toplarını şehre çevirdi. İngilizlerin 12 inçlik topa sahip M1 denizaltısı, İngiliz gücünün sembolü olarak günlerce sergilendi.

30 Ağustos zaferini takiben 1922 sonunda artık İstanbul’da tutunamayacaklarını idrak edene kadar görevlerini sadakatle yapan Müttefik İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Charles Harington bile hükümetinin resmi emrini yerine getirmeyerek Trakya’ya yürümekte olan 40 bin muzaffer Türk askerine ateş açtırmayıp diplomasiyi tercih edecek kadar gerçekçiydi. Hatta tüm dış politikası iflas ettiğinden dolayı başbakanlığının sonuna yaklaşan Llyod George parlamentodan Harington’u kınama kararı için oylama istemiş fakat kabul görmemişti. Harp tarihinde kendi toprağını savunan tarafın ahlaki ve psikolojik üstünlüğünün çoğu zaman silah üstünlüğüne karşı avantajlı olduğu bir vakıa. Yine de savaş sadece ahlaki ve moral üstünlükle kazanılmaz. Türk-Yunan vekâlet savaşında geri çekilme ve taarruzun isabetli zamanlaması yanında Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın müttefiklere karşı sağduyulu diplomasisi titizlikle uygulanacaktı.


Esir Şehir İstanbul 2

İstanbul’da yaşayan 160 bine yakın Rum, coşkuyla karşıladıkları işgal sürecinde, yaşadıkları mahalleleri, evleri ve sokakları Yunan ve İtilaf Devletleri'nin bayraklarıyla süsledi.

Savaş sonrası Avrupa’ya bakılacak olursa işgal açısından çarpıcı bir harita ve soru ortaya çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan hiçbir devletin başkenti işgal edilmemişti. Ne Berlin, ne Viyana, ne Budapeşte, ne Sofya - İstanbul bir istisnaydı. Neden? 


Esir Şehir İstanbul 3

İngiliz işgal kuvvetlerinin 16 Mart 1920 sabahı Meclisi-i Mebusan'ın yanı sıra baskın yapıp işgal ettiği yerlerden biri de Osmanlı Harbiye Bakanlığı’ydı. Burası, İstanbul Üniversitesi’nin bugünkü rektörlük binası. İşgal güçleri bakanlık önünde görülüyor.

Paris Barış Konferansı’nda öncelik kıta Avrupası’nda cezai ‘barış’ anlaşmalarına verildi. Almanya ile imzalanan Versailles (28 Haziran 1919), Avusturya ile St. Germain (10 Eylül 1919), Bulgaristan ile Neuilly (27 Kasım 1919), 

Macaristan ile Trianon (4 Haziran 1920) ve son olarak Osmanlı devleti ile Sevr (10 Ağustos 1920) belgeleri antlaşma olmaktan ziyade tek taraflı olarak galiplerce mağluplara dayatılan şartlardan oluşuyordu. Avrupa savaş tarihinde ilk defa uygulanan kayıtsız şartsız teslim kavramı barışı olmayan dünya savaşını sona erdirme işlevini yerine getirmiş gibi gözükse de yirmi yıl sonra bu sürenin sadece uzun bir ateşkes olduğu anlaşılacaktı. 

Osmanlı topraklarının paylaşılmasıysa bir taraftan aynı topraklar üzerinde Fransız, İngiliz ve İtalyan çıkarları sözkonusu olduğundan, diğer taraftan kapitülasyonlardan kaynaklanan karmaşık ilişkilerden dolayı kaotik bir görünüm arz ediyordu. Bu nedenle lobiler, pazarlıklar ve galiplerin arasındaki rekabetten dolayı en sona ertelendi. Ama geçen zaman zarfında büyük güçler birbirlerine güvenmediklerinden dolayı İstanbul’u beraberce rehin alarak ve Mondros ateşkesinin öngördüğü sınırlamalara uymayıp Anadolu’nun en önemli stratejik noktalarını işgal etmişlerdi. 


Esir Şehir İstanbul 4

İşgal kuvvetlerinden bir İngiliz birliği, Karaköy’de göreve hazır; arkada Türkiye Denizcilik İşletmeleri binası.

İkinci neden olarak başkentin işgali hem devlet kurumlarının hem de sarayın yakından kontrolünü kolaylaştıracaktı. Müttefik donanmalarının İstanbul’daki varlığı sayesinde Rusya’da Bolşevikler ve çar orduları arasında süregelen iç savaşta Beyaz ordulara yardım etmek kolaylaşacaktı. Ne ki Beyazlar gerilemeye başlayınca donanma ancak Rusya’nın Karadeniz sahillerine yığılan mültecileri İstanbul’a taşımakla kaldı. Bu sefer Müttefik Başkomutanlığı Rus mültecilerle İstanbul’a sızan Bolşevik ajanları ve 1920’lerde Avrupa’yı saran kızıl korkusuyla baş etmek zorunda kaldı. 

Üçüncü ve diğer kayda değer psikolojik boyut, Çanakkale Savaşı’ndaki yenilgi ve kayıpların intikamını almaktı. Dördüncü faktör Hindistan’da baş gösteren Hilafet Hareketi’ni sakinleştirmek, Sünni İslam halifesi Osmanlı sultanını savaşa sürükleyen İttihat ve Terakki hükümetinden kurtarmış olmakla İngiltere’nin İslamiyet dostu olduğunu kanıtlayıp aslında bir özgürlük başkaldırısı olan Hint hareketini baskılayabilmekti. Türk Boğazlarını kontrollerinde tutmak siyasetinin yanı sıra işgal nedenlerinden beşincisi Ermeni katliamlarında suçlu olan kişileri yargılamak ve geride kalan Hıristiyan nüfusu korumaktı. 

Son neden, işgal bağlamında hiç sözü edilmeyen Nuri Paşa (Killigil) komutasında Azerbaycan ve Bakü’yü 1918’de Ermeni saldırganlığından kurtaran Kafkas İslam Ordusu. Mütarekeden sonra silahlarını bırakmayan ve savaşmaya devam eden komutanlar ittihatçıların kesinlikle teslimiyet içinde olma dıklarının kanıtıydı. İngilizlerce son derece tehlikeli sayılan bu ordunun subayları ancak görevlerini bitirdikten sonra İstanbul’a gelecek, ordudan atılıp İngiliz nezaretindeki Bekirağa Bölüğü’nde hapsedilecek ve gene İngiliz nezaretindeki Divan-ı Harp’te idamla yargılanmayı beklerken yeraltı direnişi aracılığıyla firar edeceklerdi. Nuri ve Halil (Kut) Paşalar zaten 1916 Kût’ül-Amâre zaferi ve 1918’de General Charles Dunsterville’in Bakü’den İran’a çekilmesine neden olduklarından dolayı mimliydiler (İngiliz literatüründe Dunsterville’in Bakü’den zaten çekileceği vurgulanır). Üstelik Nuri Paşa Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın kardeşi, Halil Paşa ise amcasıydı. Ancak sarayı, Erkân-ı Harp ve Divan-ı Harp’i baskı altında tutabilmek için işgallerin ne kadar gerekli olduğu bütün bu faktörlerin bileşimiyle apaçık ortaya çıkıyor. 

Böyle “ufak tefek” sorunlara rağmen İngilizler işgal nedeniyle Türklerden hiç mi hiç örgütlü bir direniş beklemiyordu. O kadar ki Yunanlılar İzmir’i işgal ettikleri sırada yüksek rütbeli bir İngiliz subayı mektubunda “burası Türkiye değil de başka bir yer olsaydı büyük bir ayaklanmanın arifesinde olduğumuzu düşünebilirdim” diyordu. Üstelik savaş herkes için dört yıl sürmüşken Osmanlı on yıldır kesintisiz savaşmaktaydı. Sırasıyla Trablusgarp’ta 1912 İtalyan savaşı; 1912-1913 Balkan Savaşları; nihayetinde 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı ile devlet ekonomik, demografik, diplomatik ve siyasi olarak tamamen çökertilmişti. 

Olsa olsa birkaç defa toplu protestolar yapılır, sonra nasılsa unutulurdu. İngiliz istihbarat subayları ve sivil ajanlarının anılarında devamlı vurgulanan tema Müslümanların sırf kadere inandıkları için yenilgiyi kader diye kabullenecekleriydi. Bu varsayımın ne kadar isabetsiz olduğu ise pek yakında görülecekti ama İngiliz diplomatı ve tarihçi Harold Nicolson Türklerin vatanlarını kurtarmak için direnişten savaşa giden yolu Avrupalı mihver devletlerinin ne de olsa medeni olup yeni düzene yani yenilgiye “uyum” göstermelerinin aksine medeni bünyeye sahip olmayan Türklerin yenilgiyi kabullenmemeleri olgusuyla “açıklıyordu”. Bütün bu sözler edilirken doğuda Urfa, Antep ve Maraş’ta yerel milislerin Fransızlara karşı direnişleri devam etmekteydi.


Esir Şehir İstanbul 5

Halide Edip Adıvar, direnişin önde gelen şahsiyetlerinden. İşgale karşı önemli faaliyetler yürütmüş, Ankara’ya geçerek Mustafa Kemal’in yanında kendini milli mücadeleye adamıştır. Mustafa Kemal ile birlikte idama mahkum edilen altı kişiden biridir.

Protestolar ve Direniş

İlk protesto hareketlerinden biri 14 Mart 1919 Tıp Bayramı nedeniyle Mekteb-i Şahane-i Tıbbiye öğrenci ve hocalarının katıldığı işgal protestosuydu.1915 itibarıyla cephelere sevk edilen askeri doktorlar, öğrenciler ve sivil sağlık çalışanları pek çok şehit vermiş ve okul diğer eğitim kurumları gibi dört senedir mezun verememişti. İşgal altında şimdi de tıpkı Kuleli Askeri Lisesi’nde olduğu gibi Haydarpaşa Tıbbiyesi’ne de İngilizler el koymuş, öğrenci ve hocalar resmen sokakta kalmıştı.

Bunu 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunan işgaline karşı yapılan 19 Mayıs Fatih, 20 Mayıs Üsküdar, 22 Mayıs Kadıköy, 23 ve 30 Mayıs Sultanahmet mitingleri izlemişti. Sultanahmet mitinglerinde de kadın erkek ve çocuklarla katılım çok kalabalık olup özellikle yazar Halide Edip (Adıvar) ve öğretmen Nakiye (Elgün) hanımların ateşli protesto konuşmaları etkileyici olmuştu.

Ardından 10 Nisan 1919’da Nemrut Mustafa Paşa Divan-ı Harp’inde Ermeni katliamlarında suçlu bulunarak idam edilen Yozgat Boğazlıyan eski kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in cenaze töreni ittihatçı yeraltı örgütü karakol mensupları ve tıp öğrencileri tarafından örgütlenen kalabalık bir protestoya dönüştü. Bir yıl sonra nisan ayında aynı suçlamayla idam edilen Urfa eski kaymakamı Nusret Bey’in cenaze töreni de Damat Ferit Paşa hükümetini protesto gösterisine dönüşecekti. 

Varlıklarının ve işgalin yasal dayanağı olmadığı için İngilizler kendi mahkemelerini kuramıyor, dolayısıyla yargılamalar ve kısıtlı da olsa infazlar ancak Damat Ferit Paşa hükümetleri iktidardayken gerçekleştiriliyordu. Ali Rıza Paşa, Salih Hulusi Paşa ve Tevfik Paşa gibi işgal döneminin diğer sadrazam ve harbiye nazırları işgal kuvvetlerini devamlı oyaladıkları ve askeri depolardan silah kaçırılmasına göz yummak dahil, el altından direnişçileri desteklediklerinden dolayı işgalde İngilizlerle işbirliği olağan bir süreç değil istisnai bir durumdu. 

 İngilizlerin tek yargısız infaz yaptıkları olay askerlerine ateş açıldığı zaman 1920’de Gelibolu Akbaş silah deposu soygununda ele geçirebildikleri birkaç direnişçi üzerinden olmuş, fakat Bandırma’da aracılar yollayıp görüşüldüğünde çalınan silahların geri verilmesi istemini reddeden Kuvayı Milliyeciler silahlı saldırı tehdidini blöf olarak değerlendirmiş ve haklı çıkmışlardı. 

Protestolara İstanbul basını da dahildi. İşgal yönetiminin kurduğu sansür komisyonu muhalif basının protestolarını iki nedenle tümden engelleyemiyordu. Birincisi, bazı gazeteciler köşelerini boş bırakarak sansürlendiklerini görsel olarak ifade ediyor, diğerleri mizah ve ironiye başvurarak sansürün etrafından dolanıyorlardı. İkinci ve daha da önemlisi, sansürcülerin çalışma saatlerine bağlı olarak sabah gazetelerinin sansürlü fakat akşam gazetelerinin Anadolu’dan gelen gerçek haberleri yansıtarak gazeteci çocuk satıcıların bağıra çağıra bunları okuyucularına dağıtmalarıyla iletişimin sağlanıyor olmasıydı. 

En son kapsamlı ve greve kadar giden protesto eylemi 1922’de derslerinde Kuvayı Milliye ve Kurtuluş savaşı aleyhinde konuşan bazı hocalara karşı İstanbul Üniversitesi öğrencileri tarafından yapılmıştı. Sonunda beşeri bilimler öğrencilerine destek olan hukuk ve tıp fakültelerinin de boykota katılmaları  sayesinde o hocaların üniversiteden uzaklaştırılması konusunda galebe çaldılar.

Ancak gidişatı altüst ederek cumhuriyete varacak yolu açan bir protesto vardı ki işgal kuvvetlerinin bütün hesaplarını boşa çıkaracaktı. Ocak 1920’de Anadolu ve İstanbul’da yapılan seçimler 140 kişilik Osmanlı Meclisi’ne 97 Kuvayı Milliye yanlısı milletvekili getirmişti. İngilizler 16 Mart işgali sırasında meclisi basıp çoğu vekili Malta’ya sürmek için tutuklayınca Meclis protesto bâbında kendini feshetti. Dolayısıyla bu protesto 23 Nisan’da Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla sonuçlandı. Halbuki İngilizlerin meclisi kapatmaya niyetleri yoktu çünkü o meclis işgalin “meşruiyetini” temsil ediyordu.

Protestolarda gözlemlenen yerüstü dayanışmanın bir de yeraltı direniş boyutu önemli. İlk örgütlü yeraltı direniş hareketi karakol, ittihatçı Kara Kemal ve Kara Vasıf Beyler tarafından kurulmuş, hatta bu ikili Mustafa Kemal Paşa henüz Anadolu’ya geçmeden önce örgütün başkanlığını ona teklif etmişlerdi. Savaş mağlubu, dahası Nutuk’ta kendi deyişiyle “kıtal ve kıyama” yani Ermeni tehciri ve katliamlarına karışmış olan ittihatçı örgüte adını bulaştırmak Mustafa Kemal için siyaseten doğru olmadığı gibi güvenilir de değildi. Yine de Ankara’da TBMM hükümeti kurulana ve Fevzi Paşa’nın (Çakmak) genelkurmay başkanlığını deruhte edip tamamen Ankara’nın kontrolü altında olan gizli örgütlerini kurana kadar karakol en azından İstanbul’dan Ankara’ya katılmak isteyen kişileri Üsküdar Özbekler Tekkesi üzerinden kaçırmıştı. Ancak gizli bir örgütün yapmaması gereken hataları yapınca karakol, hem Ankara’nın gözünden düştü hem de deşifre oldu. 

Ankara’nın başlıca ve son derece aktif örgütleri silah-insan kaçakçılığında olsun istihbarat toplama açısından olsun M.M. (Mim Mim, Müdafaa-i Milliye) ve Felâh gruplarıyla yardımcı gruplar olan Muavenet-i Bahriye ve İmalat-ı Harbiye idi. Bu sonuncusunun gizli örgüt olma özelliği, kurşun, barut, silah veya asker giysileri imal ederken dışarıdan tespit edilip hava bombardımanına veya içeriden sabotaja maruz kalınmasına karşı alınan tedbirden ibaretti. Kadın, erkek, çocuk işçiler aynen tren raylarını, lokomotifleri ve moto ları tamir eden gönüllü işçiler ve Ankara - Eskişehir esnafı gibi halkın Kurtuluş Savaşı’na verdiği desteği simgeleyen isimsiz kahramanlardan oluşuyordu. 

M.M. ayrıca işgal kuvvetleri arasında kolonilerden devşirilmiş bol sayıda Müslüman askerin cuma namazı için gittikleri camilere subaylarını yolluyor ve bu kişiler hemen hepsi Fransızca konuşan Afrikalı askerlerle veya Hintli Müslümanlarla İngilizce üzerinden dostluk kurarak Kuvayı Milliye karşıtı propagandaları akıllardan silmeye gayret ediyorlardı. Bu gayretin karşılığını da aldılar. Silah depolarında nöbet bekleyen Müslüman askerler malzeme çalmaya gelenleri görmezlikten gelirken bir yandan da kapıları kilitlemeyi ihmal etmeye başladılar. Gerisi gözüpek Karadenizli mavnacılarla ve İstanbul Gümrük Müdürü olan Ermeni vatandaşımızla hallediliyordu. Kısacası bu yolculukta ne herkes düşman ne de herkes dosttu.


Esir Şehir İstanbul 6

6 Ekim 1923. İşgal kuvvetlerinin şehri terk etmesinden sonra Anadolu’da zafer kazanmış Türk birlikleri İstanbul’a girdi. Coşkun sevinç gösterileriyle karşılanan birliklerden biri de Galata Köprüsü’nden geçmekte. 

Savaşta Diplomasi ve Kurtuluş

Diplomasinin bittiği yerde savaş başlar derler. Doğrudur ama eksiktir, savaş süresinde ve bilhassa sonrasında ibrenin ne tarafa döneceği hiç belli olmadığı için istihbarat diplomasinin görünmeyen yüzü olarak işlevini sürdürmeye devam eder. Özel temsilciler, tüccarlar, mülteciler, hatta fahişeler bile sahada birer oyuncudur. Aynı zamanda dostluk, meslektaşlık, akrabalık, her türden cemiyet tanışıklıklarıyla kurulan ağ, direnişle diplomasiyi gayrı resmi yollardan sürdürmeye destek olur. 

Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Kızılaycı Hamit Bey (Hasancan), Adnan Bey (Adıvar) Mustafa Kemal’in dostları ve Kızılay’ın o zamanki adıyla Hilal-i Ahmer’in ikinci başkanı Berç Keresteciyan Selanik’ten arkadaşıdır. İngiltere’nin vaat ettiği İzmir başta olmak üzere tüm Aydın vilayeti ve Marmaris-Antalya-Isparta yöresini kolonileştirme ümidiyle mihver devletlerinden 1915’te ayrılıp İtilaf Devletleri’nin safına geçen İtalya 250 bin asker kaybı ve ekonomik çöküşün karşılığında hiçbir kazanç elde edememişti. Dolayısıyla müttefiklerden kopan ilk ülke olup Berç Keresteciyan vasıtasıyla Banko di Roma’ya yatırılan meblağlar karşılığında Roma, Türklere silah, uçak ve diğer savaş malzemeleri satmaya başlamıştı. Kurtuluş Savaşı’nın mali kaynakları literatürde aynı başlıkla mevcuttur.

İlkeler ve kimlerle ne zaman iletişim kurulacağı kararları Mustafa Kemal’e ait olmak üzere hem şahsen hem de bu ağlar üzerinden yürüttüğü diplomasi takdire şayan. Örneğin Kemal Paşa hiçbir yabancı gazeteciyle görüşmeyi, röportaj vermeyi reddetmemiştir. Bu bağlamda Amerikalılar ve Fransızlar başta gelir. Bir Amerikalı misyoner kadını sofrasında sıkça misafir edip mesajlarının ABD Yüksek Komiseri Amiral Mark L. Bristol’a eksiksiz ulaşmasını sağlamıştır. Müttefikler arasında kopuşlardan ziyadesiyle faydalanmış, sonuçta 1921 yılında TBMM hükümetini resmen tanıyan ilk Batılı ülke Fransa olmuştur. Bolşeviklerle ilişkilerindeyse emperyalist devletlere karşı ortak çıkarlar üzerinde durmuş, ideolojik olarak taviz vermeyeceğini Lenin’e kabul ettirebilmiştir. 1930’lu yıllarda çocukluk arkadaşı Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın hariciye vekilliği süresinde de Atatürk uluslararası ilişkiler ve diplomasinin hem lideri hem uygulayıcısı olarak kalmış ve Aras bundan hiç yüksünmemişti. O yıllar başka bir yazının konusu. 

Başta değinilen ilginç bir nokta General Harington ile Mustafa Kemal arasında, hiçbir zaman yüz yüze görüşmemiş iki hasım generalin İstanbul’un işgal askerlerinden boşaltılmasıyla ilgili yürüttükleri diplomasi. Türk-Yunan savaşları başlar başlamaz Londra bu vekâlet savaşında “tarafsızlık” ilan etmişti. Büyük Taarruz, Türklerin zaferiyle sonuçlanınca Yunanlılar bu sefer yaptıkları fedakârlığın karşılığı olarak İstanbul’un kendilerine verilmesi için ısrar etmeye başladılar. Tabii ki olacak iş değildi. 

İngilizlerin tutumu Lozan’da, resmi adıyla Yakın Doğu Barış Konferansı sonuçlanıncaya kadar İstanbul’u ellerinde bir koz olarak bulundurmaktı. Mustafa Kemal hiçbir önkoşul koymaksızın veya tehditte bulunmaksızın tarafsız bölge ilan edilen Çanakkale’ye 40 bin asker sevk etti. Olası bir Türk saldırısına karşı tahkim edilen İstanbul’a saldırı olmamıştı ama Ankara, müttefikleri çevrelemeye başlıyordu. Yorgun ve bitkin fakat gururlu askerler tarafsız bölgede İngiliz kuvvetleriyle karşılaştıklarında barış anlamına gelen jestle süngüleri yere çevriliydi. Harington’un cebindeyse Londra’dan gelen ve Türklere ateş açılmasını emreden Başbakan Lloyd George’un telgrafı vardı. Harington’un mütevazı sayıdaki askerlerine Fransızlar katkıda bulunmayı reddetmiş, İtalyanlar hiç ortada gözükmezken Lloyd George’un dominyonlardan 60 bin asker talebi Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda tarafından kale bile alınmadı. Harington yeni bir Türk-İngiliz savaşı başlatmamak için hayatında ilk ve son defa hükümetinin emrini dinlemiyor, diplomasiyi tercih ediyordu. Mudanya Mütarekesi için tarafları masaya da Harington oturtmuş, gelmeyi reddeden Yunan delegesini neredeyse zor kullanarak ikna etmişti.

Öte yandan Doğu Trakya’yı devralmakla görevlendirilen Refet Paşa (Bele) önce şöyle bir uğramış gibi 19 Ekim 1922’de bir müfrezeyle İstanbul’a gelince onları karşılayan halkın coşkusu dinmek bilmedi. Refet Paşa’nın asıl görevi henüz yasal durumu belli olmayan İstanbul’un idari açıdan devralınmasını hızlandırmaktı. General Harington idari yükümlülükleri devretmekte mümkün olduğunca, arada sürtüşmelerine rağmen, Refet Paşa ile uyum içinde çalışıyordu. Bu hali maiyetindeki asker ve sivil istihbaratçıları son derece öfkelendiriyor, generali ordunun ve ülkelerinin şerefini koruyamamakla suçluyorlardı. 

Yakın Doğu Barış Konferansı 24 Temmuz 1923’de sonra erince Lozan, Birinci Dünya Savaşı’nın tek barış antlaşması olarak tarihe geçti. Müttefikler 25 Ağustos itibarıyla İstanbul’u boşaltma hazırlıklarına başladılar. Eylül ayında Türk ve müttefik subayları birbirleri şerefine çay partileri düzenlediler. 6 Ekim 1923’te müttefik komutanları Türk bayrağını selamlayıp gemilerine binerken Türk Silahlı Kuvvetleri’nin I. Piyade Tümeni İstanbul’a giriyordu. Ama öykümüz burada bitmiyor. Arşivler gizlilik sınırları bitip açıldıkça sıradan insanların günlük, fotoğraf ve anıları su yüzüne çıktıkça, çeviriler çoğaldıkça, bilgi dağarcığımız daha zenginleşecek. Yeter ki okuyalım.


Esir Şehir İstanbul 7

İstanbul, işgal yıllarında da büyük bir şehirdi. Savaşın yıkımını yaşamış, nüfus kaybetmişti. 1922 yılına ait bir belgede, o yıllarda şehirde 710 bin kişinin yaşadığı görünmekte. Bu sayının içinde Türklerin yanı sıra bugünkü tarihi yarımada bölgesinde yaşayan Rum, Ermeni ve Museviler de var.


Esir Şehir İstanbul 8

İngilizlerin İstanbul’daki gözüydü Galata Kulesi; işgal başlar başlamaz kontrol altına alınan yapıların başında geliyordu. Kulenin tepesindeki İngiliz bayrağı beş yıl boyunca dalgalandı. Dürbünlü İngiliz askerleri kenti buradan gözetlerdi.


Esir Şehir İstanbul 9

Haydarpaşa, İstanbul’un Anadolu’ya açılan tek kapısıydı. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevinden alınan Mustafa Kemal, 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa’da trenden indiğinde Galata önlerine kadar yayılan düşman gemilerini gördü. O ünlü sözünü burada söyledi: “Geldikleri gibi giderler!” 


Esir Şehir İstanbul 10

Boğaz’ın Anadolu kıyıları ve İstanbul’un şehir merkezine uzak kalan kazaları, işgali görece daha hafif yaşadı. Anadoluhisarı, Beykoz gibi yerler Anadolu’ya silah kaçıran Millicilerin faaliyet alanıydı.


Esir Şehir İstanbul 11

Taksim, işgalcilerin gösteri, tören ve spor alanıydı. Talimhane Meydanı’nda bandolu yürüyüşler yapılır, futboldan poloya spor etkinlikleri düzenlenirdi. Şu anki Gezi Parkı’nın yerinde bulunan Taksim Kışlası’nın avlusu futbol stadıydı.


Esir Şehir İstanbul 12

Sultanahmet Meydanı, Osmanlı İstanbul’unun özetidir; işgal yıllarında da konumu oldukça özeldi. İşgalcilerin tutukladığı vatanseverler, buradaki Sultanahmet Cezaevi’ne konuluyordu. İşgale karşı direniş gösterileri de burada yapılmaktaydı.


Magma Nisan - Mayıs 2019 / Sayı: 45