Sırtında çantası, elinde fotoğraf makinesiyle bazen uçsuz bucaksız bir ovada, bazen çıkılmaz denilen bir dağın tepesinde… Ama bunu popülerlik uğruna yapanlardan değil; dağcılığın, gezginliğin, keşfetmenin hakkını gerçekten verenlerden. Zira Bünyad Dinç ömrünü Anadolu’nun keşfedilmemiş, ulaşılması zor, hatta resmi kayıtlarda olmayan, yerel halkın bile çoğu zaman bilmediği zenginliklerini aramaya ve tanıtmaya adamış. Magma yazar ve fotoğrafçısı Bünyad Dinç ile yola çıkmayı, keşfetmeyi ve Türkiye’nin tarihi değerlerinin yok edilmesi üzerine konuştuk.
-Bilmek isteyen yola çıkar diyoruz Magma’da. Yol bize ne öğretir?
İnsan, devamlı yolda olması gereken bir canlı. Yol, bilmediğini, hayatı öğretir, tanımayı sağlar, farkındalık uyandırır. Yola çıkarsan hayatına anlam katarsın. Yer değiştirmek, yola çıkmak, bir yerden başka bir yere gitmek yaşamını doldurur.
-Bilmek isteyen nasıl yola çıkar?
İnsanın önce bir şeyleri bilmek istemesi; ona ulaşmak için de yöntem belirlemesi gerek. Yöntemi uygulayarak yola çıkar. Merak burada çok büyük itici bir güçtür. Merak olmadan öğrenemezsin. Bütün keşifler merak neticesinde olur.
Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesinde bulunan Çemdin Kalesi, Romalılar tarafından yapılmış. Tarihinin MS II. yüzyıla uzandığı biliniyor. Yüksek bir tepede bulunan kale, konumundan ötürü birkaç kez el değiştirmiş.
-Varlığı unutulmuş, hatta kaynaklarda bile olmayan yerleri keşfediyor ve yazıyorsunuz. Ekşi Sözlük’teki bir yazar sizin için “çobanlar hariç kimselerin uğramadığı, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere ulaşmaya çalışıp kısıtlı tarihi kaynaklara dayanarak kale, kilise ve ören yerlerini görünür kılmaya çalışıyor” yazmış. Sizin merakınız nasıl oluştu?
Doğayla çok erken tanıştım; doğal alanlara çok gittim. Anadolu’da şunu fark ettim, gerçek doğayla buluşmanın yegâne yolu doğaya gitmek değil, tarihin peşinde koşmak. Ben de doğadaki tarihi yerleri görmeyi hedefledim. Keşfetmek veya o hissi yaşamak da beni keyiflendiriyor. Ama şöyle bir paradoks da yaşıyorum: Bildiğimiz yerleri yok ediyoruz, bilmediklerimizi de. Bilirsek daha mı iyi koruyabiliriz yoksa bilinmediği için daha rahat mı yok ediliyor? Öğrenildiği zaman da tahrip ediliyor ama hiç bilinmezse, o bilinmezlik büyük bir tahribata daha rahat ortam hazırlar mı diye de düşünüyorum. Bu paradoksu çözemedim.
"Doğayla buluşmanın yegâne yolu doğaya gitmek değil, tarihin peşinde koşmak."
-Tarihin peşinde koşarak doğayla nasıl tanışabiliriz?
Tarih öyle büyük zenginlik ki Anadolu’da... Ben dağcılık yaptım; ben dahil çoğu dağcının hayatında gitmediği, hatta bilmediği dağlar var. Ama tarihin peşinde koşunca mecburen o dağa çıkıyor, o coğrafyada dolaşıyorsun. Bütün dağcılara Kato Dağı’nı sor. Ne anlatacak? Hiçbir şey. Ben de bilmiyordum; ama tarihin peşinde koşunca oraya mecburen gittim. Biz hiçbir şey bilmiyormuşuz, dedim. Sırf dağ tırmanmak, doğayı keşfetmek olmuyor. Tarihin peşinde koşmaya başlayınca çok farklı doğal ortamlara, dağlara, ormanlara açılıyorsun. Türkiye’deki en doğacı insana say desen tüm doğal alanları sayar. Ama bu buzdağının görünen kısmıdır, popülerliktir. Aslında tüm meselemiz bu zaten: Popüler kültüre adapte olup onla yetinmek. Onu kırman gerekiyor; kırdığın anda da çok daha muazzam şeylerin olduğunu görüyorsun.
-Bunu nasıl kırabiliriz?
Kavramlarla. Bir kere, keşfetmek kavramı ayağa düştü. Keşif çok önemli bir şey. Bu kavram anlamını yitirdiği için gerçekten keşif yapmış veya bu yönde çalışan insanlara büyük haksızlık oluyor. Tepkim, sıradan bir kavram gibi algılanmasına. Önce, keşif kavramı tekrardan yerli yerine oturtulmalı.
-Gerçek anlamıyla keşfetmek nedir?
Keşfetmek, yeni bir bilgiyi ya da yeni bir bakış açısını ortaya koymaktır. Daha önce olmamış, düşünülmemiş, görülmemiş… Magma’da Bilmek İsteyen Yola Çıkar isimli sayfamız var. Geçen ay, Rhipalthas Kalesi’ni yayımladık. O fotoğrafın ikinci örneği dünyada yok; ilk defa bu dergide yayımlandı. Koskoca Roma kalesi olduğu iddia edilen yerin ilk defa görseli çıktı. Başka hiçbir yerde yok. Google’a da sorabilirsiniz.
-İsminden emin olmak için sorduk ama bulamadık…
Bunun gibi çok örnek var. Geçtiğimiz aylarda Antalya’daki bir manastırı yayımladık. Yerel halk oraya kale diyor. Oranın manastır olduğunu, çok sağlam bir şekilde bugüne dek gelebildiğini, Antalya merkezine 30-40 kilometre olduğunu ilk defa Magma’da yazdık. Bunların birçoğu resmi kaynaklarda da bulunmuyor. O yüzden Anadolu’da açılmak gerek. Açıldıkça çok daha fazlasını görüyorsunuz.
-Siz ne kadar zamandır bu amaçla dolaşıyorsunuz?
Yaklaşık on beş yıl oldu. Ama bu kendiliğinden oluşuyor. Çünkü bilgilendikçe başka şeyler öğrenmeye çalışıyorsun. Yeni bir bilgiyle karşılaşınca ne olduğunu sorguluyorsun. Birbirini besliyor; tabii ayırdığın zamanla, ne kadar odaklandığınla da ilgili. Ama hep söylerim, keşfetmek bu kadar basit bir şey değil. Tarihte gerçekten keşif yapanlar var. Siz kendinizi bu insanlarla aynı kefeye nasıl koyarsınız?
Rhipalthas’ın Roma ve Pers savaşları sırasında bir savunma kalesi olarak kullanıldığı düşünülüyor. Ancak günümüze ulaşan mağara yaşam alanları, buranın tarihini daha eskilere götürüyor.
-Gideceğiniz, keşfedeceğiniz yerleri nasıl buluyorsunuz? Yol nereye götürürse mantığıyla mı ilerliyorsunuz yoksa önceden hazırladığınız bir rotaya göre mi ilerliyorsunuz?
Tabii ki öncesinde çok fazla araştırma oluyor, akademik yayınları da definecilik, köy ve kasaba sitelerini de araştırıyorum. Yerel halkın sosyal medya hesapları çok büyük bilgi kaynağı. İnsanların, köyün yakınlarında eski yaşam vardır, düşüncesini gösterme güdüsü var. Bu bağlamda araştırırsan çeşitli yerlerden olmadık bilgiler geliyor. İlk zamanlarda şöyle bir şey oluyor: Bir yerde bir şey olduğunu biliyorsun, gidip saatlerce arıyorsun. Zamanla bu durum şuna evriliyor: Hiç bilmediğin bir yere gitmişsin, bakıp orası diyorsun. Bu yüzden tecrübe çok önemli. Bunu ben de yaşadım. Eskiden bir iki gün arardım; şimdi gittiğim anda buluyorum. Google Earth de çok iyi bir araç, inanılmaz yerler bulunuyor. Oradan görmek de tecrübe istiyor; doğal çizgi mi yoksa insan eliyle yapılan bir yer mi olduğunu zamanla ayırt ediyorsun. Google Earth’de insan yapımı herhangi bir şeyi ayırt edebilirim anında. Yanılmam mümkün değil.
-Gittiğiniz yerlerdeki insanlar yardımcı oluyor mu?
Hayır, böyle yerlerde definecilik çok önemli. O yüzden sen orada hasım sayılırsın. Hatta seni oradan uzak tutmak için yalan söyler, olmayacak yerlere yollarlar.
-Gittiğiniz yerlerde definecilerin talanına uğramamış bir yer var mıydı?
Evet, definecilerin ulaşamayacağı yerlere de gittim. Sonuçta define aramak için ekipman da gerek. Mesela Antalya’da resmen kaya tırmandım. Yukarıda muazzam bir yerleşim vardı, oraya da defineci çıkmıştı ama kazma kürekle. Çünkü oraya çıkan sistem çöküyor, çıkartamıyorlar.
-Çok eskiden beri Türkiye’de dağcılık yapıyorsunuz. Yurtdışında Kamçatka gibi dağlara zor gittin. O zamanlarda, ekipmanlar da bu kadar gelişmemişken dağcılık yapmak nasıldı?
Geçmişte iyi olmayan malzemelerle dağcılık yapıyordum ama bu bir iftihar meselesi değil; çünkü yurt dışında bile malzeme yoktu. Biz berbat çadırlar kullanırken yurtdışında da insanlar şimdiki kadar iyi çadır kullanmıyordu. O dönemin şartları öyleydi; hatta o dönemin şartlarına göre de iyiydik aslında. Ama bu bir övünç kaynağı ya da büyük bir iş başarmışız gibi anlatılabilecek bir şey değil. İş büyüdükçe ve turistikleştikçe, turiste uygun, konforlu malzemeler çıktı. Üretilen çoğu malzeme dağcıları düşünerek üretilmiyor. Amatör ruhla hobi olarak bu işi yapanlara malzeme satacaksın ki büyük rakamlara ulaşasın. Türkiye’de eskiden toplasan bin kişi vardı. Bin kişiye kaliteli çadır üretip kim iyi paralar kazanabilir ki? İş turistikleştikçe bütün dünyada malzeme işi de değişti. O zamanlar ücra köşeler olarak bilinen bir Cilo vardı. Hâlâ insanların haberlerinin olmadığı dağlar sayabilirim. Oysa muazzam yerler, muazzam coğrafyalar. Saymadığım kadar çok dağ çıktım.
"Hasankeyf bu işin en sembol ismi, binlerce Hasankeyf yaşandı yoksa.”
-Keşfetmekten en çok zevk aldığınız yerler neresiydi peki?
Keşke Kato tarafına bir daha gidebilsem. Oradaki vadiler, vahşi coğrafyalar… Yassıçimen coğrafyasına gitmeyi çok isterim. Erzincan Su Şehri Adası eşsiz bir platodur; benzeri başka yerde yok. Oralara gitmek gerçekten zor. Arabadan indim, yürüdüm değil, yalnızsın. Üç bin kilometrelik bir plato, on gün dolaşıyorsun ancak bir veya iki kişiyle karşılaşıyorsun. Öyle yerlere tek gidiyorum. Çünkü çoğu insan hoşlanmayabilir bu belirsizlikten. İnsanlar çok turistik kafadalar. İnsanların ne zaman varacağız, kaç saat var gibi soruları turistik kafanın ürünü. Böyle yerlere, hazır olmayan psikolojideki insanları taşımak büyük yük. O insandan gelebilecek stresi yaşarsın sürekli. Zira bu dağcı kafası değil, dağcılar böyle yapmaz.
-Keşif amacıyla gittiğinizde birçok şeyi bilmek zorunda mısınız? Bataklıktan geçmeyi de ormanları aşmayı da…
Yol bulmayı çok iyi bilmen gerekiyor bir kere. Yolu okuyabilmek önemli. Daha önce gitmediğin bir yerdesin, nereden ve nasıl gideceksin? Bunlar hep tecrübeyle öğrenilecek şeyler. Belirsizliğe hazır olman gerek. Benim üç kere gidip varamadığım yer oldu. Antalya Gündoğmuş’ta eski bir manastıra ulaşmaya çalışıyordum, nerede olduğunu biliyorum ama dördüncü gidişimde çıkabildim. Dağ geri püskürtüyor seni, yok böyle bir şey… Seneler önce birileri çıkıp manastır yaptığına göre bir yolu var, diyorsun ama dört dönüyorsun çıkış yok.
-Öteki Anadolu, Gözbebeğim Türkiye, Yüz Doğa Harikası, Magma’daki yazıların... Görüyoruz ki Anadolu’ya büyük bir sevdayla bağlısınız. Bu tutku nereden geliyor? Anadolu’yu keşfetmek size nasıl bir haz veriyor?
Bazı kişiler turistik amaçla Rusya’ya gidip on beş günlük turlarla kitap yazıyor. Ben de dünyanın çeşitli yerlerinde gezdim; gittim gördüm derim ama altyapısı olmaz. Hayatta bir şeyde uzman olmak gerekiyor. Hakkında konuşabileceğim bir konu olsun istedim. Bu yüzden seçim yaptım; Anadolu’da yaşıyorum, ulaşabileceğim yerler, belli bir süre de geçirmişim. Anadolu buradan çıktı işte. Anadolu gerçekten çok zengin. Hatta gezmeyi düşündüğüm yerlerin toplamı şu ana kadar gezdiğim yerlerden fazla.
-Neden öteki peki?
Bizim bilmediğimiz başka bir Anadolu var. Mardin mesela; senelerdir gidiyorum, uzun süreler kaldım o coğrafyada. Hâlâ gidebileceğim çok fazla yer var.
Salda’nın yerle göğü birleştiren masmavi göl aynası ve bembeyaz kıyılarının yakınında bir kale yerleşimi var. Güneydoğu kıyısından ulaşılan bu arkeolojik alan hem gölü hem de gölün etrafında yaşanan geçmişi gizliyor. Yıkık arkaik surun izi, kesintisiz olarak tepe üstünden Salda Gölü’nün kıyısına paralel ilerler.
-Gittiğiniz yerler, genellikle yok olmaya yüz tutmuş ya da defineciler tarafından talan edilmiş yerler. Buraları neden koruyamıyoruz?
Türkiye’nin durumunu bu konuda en iyi gösterecek olay Hasankeyf’tir. On yıl önceki ve şimdiki Hasankeyf’i düşünün. Hasankeyf’e ne olmuşsa bütün Türkiye’ye aynı şey oluyor, çeşitli sebeplerden ötürü. Doğasına, tarihine… Bütün Türkiye, bütün Anadolu farklı nedenlerden ötürü birer Hasankeyf’tir aslında. Hasankeyf bu işin en sembol ismi, binlerce Hasankeyf yaşandı yoksa. Oralar için de hiçbir şey yapmadık.
-Bu eserleri neden yok ediyoruz?
Bilgisizlik, görgüsüzlük, bencillik… Gözü dönmüş bir şekilde her şeyi yok ediyoruz. On bin kişi Bodrum Antik Tiyatro’sunda, Hasankeyf’i kurtaralım, diye bağırıyor. Toplumun bilinçsizliğidir bu. Sadece hidroelektrik santrallerde falan aramayalım suçu, hepsi birbirine bağlı. Bu ülkede, Hasankeyf’i kurtaralım, diyenler dahil kimse samimi değildi. Çünkü o kitlelerin hepsi başka bir yerde başka bir Hasankeyf’i yok etti. Buradaki büyük suçlulardan biri bu işten ekmeğini kazanan insanlardır. Akademi Hasankeyf konusunda hiç ses çıkarmadı.
-Neden?
Buna onlar cevap versin… Bu konuda ekmek parası olanların, söyleyecek sözü olanların ayağa kalkması gerekiyordu. Kimse ayağa kalkmadı; iki üç açıklama anca…
-Halk yerinden edildi. Demografik bir sorun da var aslında…
Çok mutlu olanlar da var. Hasankeyf tekne doldu şimdi. Çok şikâyet ediyorlardı; sonra bir baktım şikâyet edenler tekne turu yapıyordu.
-Tarihi eserler yerlerinden, bağlamından koparılarak başka yerlere taşındı. Bu eserlerin müzelerde sergilenmesi ya da başka yerlere taşınması sağlıklı mı?
Müzeler tarihi eserin yeri değil. Lübnan’daki bir eserin İstanbul’da olmasının bir anlamı yok. Bir müzeye konulacaksa çıkartıldığı yerde orada olmak zorundadır. Coğrafyasında anlam kazanır. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde gördüğünüz lahitler hakkında bir fikir edinmemiz mümkün değil. Çünkü o lahdin geldiği yerin coğrafyasıyla ilişki kuramazsınız. Sidamara Lahdi var mesela, herkes bayılır ama çoğu insan nereden çıktığını bilmez. Konya’da bir köyden çıktı. Onu orada görsen, şu köye bak seneler önce neler varmış, dersin. Ama başka yerde görünce anlayamazsın. O ilişkiyi kurabilmen lazım ki o lahdin geçmişte ne anlam ifade ettiğini anlayabilesin. Evet, müzede muhteşem bir eser var. Ama iki bin yıl sonra bulunduğu yerde hiçbir şey yok. Burada ne olmuş, diyorsun. İşte merak başlıyor ve yola çıkıyorsun. Ben o lahdi orada gördüğüm için iki bin yıl önce yaşayan bir insanın yaptığı şeye şaşkınlıkla bakabiliyorum. Bu ilişki önemli. Müzelerin böyle bir handikabı vardır. İlişki kuramazsınız. Çünkü bu eserler bir yapının parçaları, oradan koparılmış. O yapıyı o coğrafyayı görmüyorsanız bir şey alamazsınız çoğu zaman.