Kitabın ismi oldukça ilginç... Söyle Juliet Sana Ne Yaptım... Bu ismin hikâyesini dinleyebilir miyiz?
Yedi sekiz yıl önceydi. Deniz gören bir kahvede oturuyorum, Emirgan’da olmalıyım. Bir arkadaşım ölmüştü o gün galiba. Arkadaşlarımın ölebileceği yaşa gelmiştim demek, ölüm var diye düşünmüştüm bir çakımla, aniden... Elimde bir roman, önümde boş ıhlamur bardağı, çevremi nargile dumanları sarmış, her şey her an bir büyüye çevriliyordu. Sanatta en çok inandığım şey, bu büyüdür. Yazmak tam da budur, her şeyi bir anda büyüye çevirmek! Ölüm vardı evet, yanı yöresi eksiliyordu insanın ve ne çok şey yazmıştım orada burada, dergilerde, gazetelerde; ne çoğu kaybolup gitmiş yazı maceramın. Biliyorum hiçbiri dünyanın en değerli metinleri değil, en değerli metin ne, onu da zaman gösterir, biliyorum, yine de bunca iz bıraktığım yolda kaybolmuştum. Bir sözüm kalmalıydı şu kubbe üstüne! O toplam orada burada dağınık durmasındı. Ben de o akşam orada; bir deneme serisi tasarladım. Sıradan bir deneme kitabı olmasın diye bölümler, isim formatları, renkler düşünmüştüm. Kanımca bağlam çok önemlidir! Bir şeyi niye, neyle yaptığım tamam ama nasıl yaptığımla çok ilgilenirim. Şu dünyada duruşuma, var oluşuma biçim ararım hep. Bu biçim olmazsa uyumsuz olur olanlar... İşte bu türden kaygılarla ortaya çıktı bizim sanat ve hayat üzerine doksan dokuz denemeden oluşan kitap dizimiz. Söyle Juliet Sana Ne Yaptım, serinin ikinci cildi.
Aslında “aylak okur” ile söyleşiyorsun. Okurlardan nasıl tepkiler alıyorsun?
Okur her şeyimiz çünkü, mecburuz ona. Burada nitelik, nicelikten daha çok önem taşıyor tabii. Kaliteli okurun, müşteri değil, gerçek okur olanların gözlerine ihtiyacımız var. Sözünü ettiğim iki ciltlik yazılı malzeme sayesinde onunla karşılıklı birbirimizi geliştiriyoruz. Dediğim gibi bir kaygıdan yola çıkarak yazılmış Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu, serinin ilk durağıydı. Yazı dediğin biraz da kaygı değil mi? İnsan bir gün yok olup gider, kâğıt yok olmaz çünkü. İlk cildin düşündüğümden daha fazla ilgi göreceğini o zaman bilemezdim. Kahvede otururken üç yılda bir, bir seri daha hazırlar eldeki metinleri ve arada yazılanları böylece bir çatı altına toplarım diye düşünmüştüm. İkinci cilt daha hızlı girdi okurun gündemine. Beş günde ilk baskı tükenip ikinci baskıya gitti.
Kitap, okurları uzun bir yolculuğa çıkarıyor; İstanbul’un sahaflarından Mısır’daki piramitlere, 1772’deki bir akıl hastanesinden pasaport bekleyen Camus’e kadar... Kitap, okurlara ne vaat ediyor?
Her kitap bir şey vaat eder sonunda. Edip Cansever’in çok güzel bir şiiri vardır, şöyle der: “Bütün iyi kitapların sonunda / bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda / meltemi senden esen / soluğu sende olan / yeni bir başlangıç vardır...” Yeni bir başlangıç... Hatta aynı şiirin sonunda nedensiz bir çocuk ağlamasının bile çok sonraki bir gülüşün başlangıcı olduğunu belirtir şair. Demek ki iyi kitaplar bunu yapar. İyi kitaplar bize kendisini tekrar okutan kitaplardır. Serinin iki cildi de bu vaadi koruyor. Şu da var: Bir kitap ne işe yarar diye çok sorulur bana. Her şeyin işe yaraması için yapıldığı bir çağdayız malum. Kitabın yararıysa hemen beliren bir sürece işaret etmez; yaradığı “iş” zamanla anlaşılır. Zaten kitabın alınlığına hayat ve sanat üzerine notlar yazmamın sebebi de bu... Hayat notları da var burada. Merkezde hep edebiyat ve kitaplar olsa da hayata değinmeden olmaz. Zaten hayatsız edebiyat konuşmak mümkün mü!