Zapatista küçük bir ev; Meksika adında bir sokakta, Latin Amerika adında bir mahallede, dünya adlı bir kentte... Subcomandante Marcos’un devrim bildirgesinde böyle diyerek tarif ettiği o evdeyim; San Cristobal de las Casas’ta. Maya dilinde Jovel diye söylenen, Meksika’nın Chipas bölgesindeki bu şehre gece yarısı vardım. Halen devrim kokan sokakları, sosyalistler, sanatçılar ve hippiler için âdeta kutsal bir buluşma noktası. Çam, mango, avokado ve tropikal çiçek kokan, daracık arnavutkaldırımlı, rengârenk kolonyal bir şehir San Cristobal de las Casas, 2.300 metre yükseklikte kurulmuş. Zapatista Devrimi’nin doğduğu bu sokaklarda dolaşırken “ah, yirmi iki yıl önce burada olmak, devrime tanık olmak vardı” diye içimden geçiriyorum. Her şey, 1994 yılında, henüz doğmayan güneşin ışıdığı saatlerde başlar. Meksika’nın güneydoğusundaki Chiapas eyaletinde devrim sessizliği hâkimdir. Daha birkaç saat önce, 1993 yılının son gecesi, başkanlık sarayında verilen yılbaşı balosunda ABD elçisinin onuruna şampanya patlatılır. Kuzey Meksika, köpüklü bir sarhoşlukla uykuya dalarken Güney Meksika güneşi, bu defa devrime doğacaktır. Meksika halkı ve toprakları için ölüm fermanı niteliğindeki Kuzey Atlantik Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA), 1994’ün ilk günü yürürlüğe girecektir. Chiapas eyaletinde yaklaşık üç bin kişilik Maya köylüsü, 1994’ün ilk saatlerinde, İspanyol işgalinden beri süregelen 500 yıllık yok edici sömürü tarihine yeniden meydan okur. Yaklaşık on iki gün süren silahlı mücadele sonunda Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) San Cristobal belediye binasını ve işbirlikçi toprak ağalarının el koyduğu çiftlikleri ele geçirir. Devrimin doğduğu Chiapas’taki Lakandon Yağmur Ormanı’ndan topraksız köylülerin insani haklarını açıklayan 1. Deklarasyon duyurulur. O deklarasyonu şu kelimeler şekillendirmişti: “İş, toprak, barınak, yemek, sağlık, eğitim, bağımsızlık, eşitlik, demokrasi, adalet ve barış...” Aslında bu kavramlar ve tabii Zapatista Devrimi, kökünü yüz yıl öncesinden alır. Meksika’da 1910 yılında Emiliano Zapata’nın önderliğinde gerçekleşen devrim, ağalık düzenine karşı bir toprak reformunu getirmişti. Bu hareketin şekillendirdiği anayasa “köylü, gerektiği zaman yönetim biçimini değiştirme hakkına sahiptir” diyordu. Subcomandante Marcos’un 1994’te gerçekleştirdiği devrim de benzer şekilde, bu defa büyük ülkelerin kontrolündeki ağalık düzenine karşıdır. Amerika, Kanada ve Meksika’nın taraf olduğu NAFTA anlaşmasının 27. maddesine göre halka ait topraklar özel mülkiyet sayılacak; böylece satış ve yatırım doğrultusunda kullanılması sağlanacaktı. Yoksul halkın elindeki toprağın alınması ve onların daha da sömürülmesi yolunu açan bu anlaşmaya karşı çıkan Marcos da tıpkı Zapata gibi toprağı koruma altına almak istiyordu. Zapatistalar harekete geçerken sloganları “ya basta”, artık yeter olmuştu. Çünkü Meksika Devrimi’nden yüz yıl sonrasına kalan asıl miras, direniş ruhuydu. İlk Zapatistaların sloganı şuydu: “Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa ayaklarımın üzerinde ölürüm.” Bu direniş ruhunu şehrin birçok yerinde hissedebilir, duyabilirsiniz. San Cristobal’da, her akşam direniş belgeselleri gösteren Cine Revolution’da Zapatista: Bir Devrimin Kronolojisi adlı filmi izlemiştim. Gösterim sonrası katıldığım forumda tanıştığım Zapatist Enrique’nin sözlerini unutamam: “Doğup büyüdüğüm Guerrero’da herkes gibi kazancımın üçte birini uyuşturucu karteline vermek zorundaydım. Direnirsem elim kolum çocuklarımın gözü önünde parçalara ayrılacaktı. Polisin tozlu dosyalarına, katilimi herkes bildiği halde, faili meçhul geçecektim. Onun için ben de Chiapas’a gelerek Zapatista direnişine katıldım.” Enrique, sömürü düzeninin mağdurunun sadece kendisi olmadığının farkında; dünyayı da takip ediyor: “Suriyelilere çok üzülüyorum, doğu okyanusunda ölüyorlar. ABD, Suriye sınırında istenmeyen komşunuz oldu, aynı uyuşturucu tuzaklar bunlar, ülkenizi koruyun, toprağınıza sahip çıkın. Aynı dönem ortaya çıkan, kışkırtıcı toprak ağalarına direnen, köylü ve işçiyi dinleyen iki devrimci var: Mustafa Kemal ve Zapata...”
Marcos önderliğindeki hareketin Chiapas’ta ortaya çıkması tesadüf değil tabii. Meksika’nın en zengin topraklarına, doğal kaynaklarına ve en iyi kahvesinin yetiştiği çiftliklere sahip Chiapas bölgesinin yüzde sekseni Maya kökenli ve burası, ülkede halkın en yoksul olduğu yer. Bu yoksulluğun izi her yerde görülüyor. Çıplak ayaklı yaşlılar, sırtlarındaki dokuma heybelerde bebelerini taşıyan çocuk yaştaki sokak satıcıları, boylarının yarısı büyüklüğünde ağır sepetleri sırtlayan meyve satıcıları, yaşamın tüm yükünü omuzlarına almış kahve işçileri... Yoksulluğun yüzü her coğrafyada tanıdık. Topraksız köylülerin o değişmeyen yüzleri! Her şey günde elli - altmış peso, yani on lira kazanmak için. Zapatista direnişçisi, Meksikalı Gerardo beni evinde misafir etmişti. Maya kökenli eşi Blanca ve çocukları Omatli ile Meksika üzerine konuşuyorduk. Gurur duyduğu ülkesi için “tarihimiz, İspanya ve şimdi de ABD’nin sık sık tecavüz ettiği bir fahişe gibi; ülkesini satan kötü yürekli, hırsız hükümetler yüzünden hep” diyor. Zapatistalar, Marcos’un görüşlerinden oldukça etkileniyor. Zira Ağustos 1992 yılında Marcos, Lakonda Ormanı’ndan yazdığı halk manifestosunda şöyle diyor: “Dağ yolunu takip edin, Chiapas yaylasına varırsınız. Beş yüz yıl önce Maya yerlileri bu toprak ve suların sahibi, üreten köylüleriydi. Şimdiyse en yoksul halk kitlesi. Tzotziles, Tzeltales, Choles, Tojolabales ve Zoques dilleri konuşan Maya yerlileri, kapitalizme direniyor. Her bir Maya köyü farklı ürün üretiyor: Kahve, dokuma, nakış, meyve, sebze, mısır... Diğerleriyse hastalık, cehalet, kibir ve ölüm yetiştiriyor. Meksika’nın en yoksul eyaleti Chiapas’ın San Cristobal de las Casas şehrine hoş geldiniz!” Subcomandante Marcos ile aynı doğrultuda düşünen, onun en yakın dostlarından, Latin halkların efsane yazarı Eduardo Galeano ile Montevideo’da buluştuğumda Meksika direnişini şöyle anlatmıştı: “ABD bugün savaşla beslenen, savaşsız yaşayamayan bir ülke. Savaş bütçesini savunma bütçesi olarak adlandırmaları gizemli bir yalandır. Savaş bakanına savunma bakanı demeleri gibi... ABD, tarihinde sadece bir kere, o da Zapata’nın silah arkadaşı Pancho Villa tarafından işgal edilmiştir. Villa, güney sınırındaki Columbus şehrini sadece iki gün işgal etmiş sonra Meksika’ya geri dönmüştür. İki yüz yıllık tarihinde karşılaştıkları tek işgal budur. Şimdi soruyorum kime karşı savunma? Dünyada hemen her ülkeyi işgal ettiği halde işgal edilmeyen tek ülkedir ABD. Gerçekler ve ifadeler arasında büyük ayrım var. Kime karşı savunma bütçesi?”
Oventik: Salyangozun Resimleri
San Cristobal Vadisi’ni çevreleyen Maya köylerinde yaklaşık üç ay yaşadım. Emekçi köylülerin yayla hasat şenliklerine katıldım ama en çok görmek istediğim yer Oventik’ti. Bu küçük köy, Zapatistaları tanımak için simgelerle örülü bir alan. Zapatista hareketi, yüzyıllardır süregelen Maya halklarının direnişi, ilk postmodern devrim sayılabilir. 1994 yılında yağmur ormanlarında doğan, elektronik iletişimle dünya sosyalistlerine ulaşan bir direniş destanı. Direnişin küresel çağrısı Chiapas yağmur ormanlarından, Usumacinta Nehri’nden, Maya yaylalarından dünyanın dört köşesine yayıldı. Bu çağrıya kulak veren küreselleşme karşıtı dayanışma örgütlenmeleri ve uluslararası gözlemciler Oventik gibi özerk bölgelerde görev aldı. 1996 yılında Intergalactic adıyla Neoliberalizme Karşı 1. Kıtalararası İnsanlık Toplantısı düzenlendi. Bundan on yıl sonra Devrimci Dünya Halklarının Zapatista Devrimi ile Dayanışması buluşmalarıyla antiemperyalist mücadele devam etti. Zapatista devrimcileri, yerel ve küresel direnişin temsilcileri haline geldi. Sosyal medya ve dijital iletişimle ivme kazanan devrim, kapitalizmin küresel düşmanı, neoliberalizmin kâbusuna dönüştü. Oventik’i bulmak kolay değil çünkü Meksika hükümetinin tanımadığı Oventik için yol boyunca tek işaret yok. Buraya iki saat uzaklıktaki San Cristobal’den bindiğim özel taksi dolmuştan başka ulaşım aracı da bulunmuyor. Bizi karşılayan “Estas Entrando Zapatista Tierra,” yani “Zapatista Toprağındasınız” yazan paslanmış levhadan başka bir şey de görülmüyor! Sürgülü kapının ardındaki kulübede duran kar maskeli EZLN görevlisine gülümsüyor, elime uzattığı formu doldurduktan sonra yarım saat kapının ardında bekliyorum. Bekledikçe heyecanım artıyor. Bir diğer kar maskeli Zapatista eşliğinde köyü geziyorum. “Duvar resimlerinin fotoğraflarını çekebilirsin ama insan çekemezsin” diye uyarıyor. Zapatist manifestonun temel sloganları duvar resimlerinin ana simgesi salyangoza eşlik ediyor: “Her birimiz devrimin bir parçası olana kadar eşit ve birlikte, en yavaş hızla ama ileri adımlarla yeni bir dünyaya doğru yürüyoruz!” Aşağı yukarı bu anlama gelen birçok slogan, renkli duvarları süslemekte. San Cristobal’i çevreleyen çam ormanının eteklerinde, bir kenar mahallenin sonunda kurulmuş, Zapatista Toprak Enstitüsü’nü ziyaret ettim. Levhasız, işaretsiz bir kapıdan içeri girdiğimde ilk gözüme çarpan şey ağaç evler oldu. Tıpkı Oventik Köyü gibi devrim sloganlarının nakşedildiği duvar resimli atölyeler, tarım bahçeleri ve kümeslerden ibaret bir çiftlik gibiydi. Devletten yardım almadan, imece usulü, 1989’da kurulan okulun genel koordinatörlüğünü yapan Dr. Raymundo Sánchez Barraza, dört duvarı kitaplık ve Zapotek nakışlı kilimlerle döşeli ofisinde sıcacık bir karşılamadan sonra güven ve gururla anlatmaya başladı: “Zapatista deklarasyonlarına bağlı olarak kapitalist sistemin dayatıcı okul sisteminden uzak, küçük ama en insani koşullarda, akıl ve yüreklere gerçek dünyayı öğretiyoruz. Özgün üniversitemizi yarattık: Unitierra (Toprak Birliği). Diplomasız ve eğitimsiz kızlı erkekli köylü gençleri aydınlanmacı, zanaatkâr bireyler olarak yetiştiriyoruz ama birer profesyonel olarak değil! Amacımız, resmi ve dini eğitim sisteminin yıllardır unuttuğu, dışladığı yoksul köylerde ki gençlere enstitü diploması vererek sosyal adaleti sağlamak, periyodik olarak dünyadaki direniş kültürünü onlara doğru aktarmak. Yaşları 12 - 18 arasında değişen yaklaşık bin öğrencimiz var. Zapatista dayanışma bölgelerinden gelen konuşmacılar aydınlanmacı seminerler veriyor.” Öğrencilerin yaptığı ağaç işleme dersliklerini, tarım alanlarını, tavşan ve ördek kümeslerini, yatakhane ve aşevini, devrim radyosunu, klasik müzik yayını yapan stüdyoyu, bilgi üretim ve seminer salonunu, marangozluk, ekmek yapımı, daktilo, kitap ciltleme, müzikaletleri, dikiş-nakış, devrim gazetesi dizgi, resim - heykel ve dokuma üretim atölyelerini geziyorum; her adımda artan bir heyecanla hem de... Devrim radyosu dersliğinin duvarında kırmızı boyayla yazılmış bir öğrenci manifestosu var: “Zapatista devrimciliğinden öğrendik ki dünyayı değiştiremeyeceğiz ama yeni bir dünya mümkün!” Enstitünün kolektif düşünmeye ve marjinal bilgiye yönelik okul manifestosuna göz atıyorum; her ders adı yaşama geçmiş birer ütopya adeta: Sorgulayan bilinç eğitimi; alternatif eğitim teorileri: dijital diyaloglar; sessizlik dergisi: panik yapma, organize ol; üniversite bir fabrika değildir; ağaç okulu; toprak okulu; birlikte, kolektif düşünceyle her şeyi yaparız; Cape Town deklarasyonu; carpe via: kentimiz, köyümüz; bizim laboratuvarlarımız; işbirliği bir eğitim olgusudur. Türkiye’deki köy enstitülerinin “üretim içinde eğitim, eğitim içinde üretim’’ ilkesi burada da geçerli. Torosların bir köyünden, 1950 yılında, oğlak çobanıyken çıplak ayakla Dicle Köy Enstitüsü’ne giden babamın “ikinci doğum yerim” dediği, eğitim seferberliği kaleleri, bizim köy enstitülerini anımsatan bu özgün eğitim yurdundan mutlu ve umutlu ayrılıyorum. Meksika’daki her iki devrimi de tetikleyen unsurlardan biri dinin sömürü aracı olarak kullanılmasıydı. Güney Amerika’nın sömürgeleşmesi döneminde din çok etkili oldu. Guatemala ve Meksika gibi halkın yüzde yetmişinin açlık sınırında yaşadığı ülkelerde yerli direnişlerini önlemek için din ve uyuşturucu tacirlerinin yeni tuzaklar kurduğuna tanık oldum, bire bir gözlemledim. Bugün de sınırın kuzeyinden, Vatikan’dan ve Endülüs İspanya’sından gelen misyonerlerin kampanyaları, özellikle yaz aylarında “haçlı kampı” gibi programlarla din sömürüsü âdeta birbiriyle yarışıyor. Ben Meksika’dayken Chiapas eyaleti tarihinde ilk defa bir Papa, Maya yerlileriyle buluştu. Pepsi sponsorluğunda 15 Şubat 2016 günü gerçekleşen bu tarihi buluşmaya tanık oldum. Chiapas eyaletinde evanjelizme karşı Katolik nüfuzunu kaybeden Vatikan, tüm kozlarını oynayarak ziyaret öncesi yerel Maya dillerinde ayin yapılacağını açıklasa da Papa Franscisco’nun ziyareti ruhani şova dönüşerek fiyaskoyla sonuçlandı. Zapatista devrim hareketinde kadının rolü çok önemli. Zapatista kadın kooperatifleri örgütlenmesi, kolektif direniş dükkânları hemen her köşede görülüyor ama beni en çok şaşırtan ve etkileyen, yaşlı kadınlardan oluşan kadınlar meclisi, kadın hükümeti. Giriş formuna işaretlediğim bağış seçeneği için “iyi hükümet” odasına alınıyorum. Her kadının elinde bir defter, her temsilci not alıyor. Maya kadınlarının eşitlik hakları ve devrim karar komitesinde söz sahibi olması, direnişçi olarak bireysel katılımlarıyla 1994 yılında yaşama geçirilen devrim öncesi gerçekleşmişti. Eşitlikçi Zapatista dayanışmasının en büyük gücü kadın örgütlenmesi: Kadın eşitlikçidir, toprağın hakimidir! Elia Kazan’ın 1952 yılında çektiği ve başrolünde Marlon Brando’nun oynadığı Viva Zapata filminin senaryosunu John Steinbeck yazmıştı. Diktatör Diaz’a direnen köylülere seslenen Zapata’nın sözleri, bugün halen Chiapas’ta karşılık buluyor: “Bu toprak sizin, sahip çıkın, koruyun. Korumazsanız kaybedersiniz. Gerekirse hayatınızla, gerekirse çocuklarınızın hayatlarıyla koruyun. Düşmanınızı hiçe saymayın. Geri geleceklerdir. Eviniz yanarsa yeniden inşa edin. Mısır tarlanız mahvolursa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse tekrar doğurun. Sizi vadiden söküp atarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın! Hep lider ve şeflerin peşinden koştunuz. Lider yok, siz varsınız. Kuvvetli bir insan sonsuz kuvvettir.”
Zapata’dan Subcomandante Marcos’a
Porfirio Diaz, 1876 - 1911 yılları arasında, Meksika’yı otuz beş yıl süren bir diktayla yönetti. Diaz hükümeti döneminde madencilik, fabrika ve özel çiftlik inşaatlarıyla doğa kıyımı başladı. Yerlilere ait mülkiyet hakkı Amerikan, İngiliz ve Alman sermayesine peşkeş çekildi. Sömürü sermayesi ülke ekonomisini ele geçirerek geri dönülemez ayrıcalıklara sahip oldu. Tam on yıl sürecek toprak savaşında on beş milyonluk nüfustan bir buçuk milyon kişi hayatını kaybetti; yani her on kişiden biri... Diaz, zulüm yıllarını, “pan, o palo”, yani “ekmek veya sopa” sloganıyla korku salarak sürdürdü. Dindar bir aileden gelen, Avrupa hayranı Diaz’ın hükümeti, Meksika’yı ABD’nin ekonomik sömürgesi haline getirdi. Diaz’ın “zavallı Meksikam, Tanrı’dan o kadar uzak, ABD’ye o kadar yakın” sözü aslında çok şey anlatıyordu. Bir yandan katı Katolik din sömürüsü, bir yandan zorla el konulan köylülerin topraklarında biten toprak ağalarının “hacıenda” adı verilen çiftlikleri... Amerikan sermayesi, Diaz’ın en büyük destekçisiydi. Diktatör Diaz, hükümetini siyasi kent polisleri ve toprak ağalarının yönettikleri kır polisleriyle, zorbalıkla sağladı. Gerektiğinde isyanları bastırmak için yeşil üniformalı Amerikan askeri katliamlara yardım için sınırın kuzeyinden geldi. Hatta Meksika’da, kuzeydeki düşman anlamında kullanılan “gringo” yani “güvenilmez Amerikalı” sözü, anlamını yeşil üniformalı, paralı ABD askerine söylenen “green go” sözünden alır. Diaz’ın rejimine ve hileli seçim sonucuna direnen Emiliano Zapata ve asker arkadaşları, Meksika’nın kurtuluş savaşını yani köylü devrimini başlattı.
20. yüzyılın ilk halk devrimi 1910’da böyle gerçekleşti. Ardından toprak reformu geldi. Çağrı yapılmıştı: “Biz, Zapatistalar, hiçbir zenginliğimiz, projemiz, paramız, cennet veya zenginlik vaat eden sözlerimiz yok. Sadece özbenliğimiz, ortak belleğimiz var. Dayanışalım, kimseyi dinlemeyelim. Diren, savaş, yaşa!” Zapata’nın silah arkadaşlarından biri, bir köylü, direnişe niçin katıldığını “cesur veya yurtsever Meksikalı olduğumuz için değil, açlıktan kurtulmak ve mecbur olduğumuz için” diye anlatmıştı. Bir diğer devrimci köylü “gün doğumundan günbatımına kırbacın ucunda çalıştırdılar bizi, günlüğü sadece 25 sent için, 1 peso bile değil” diye ifade etmişti zulüm yıllarını. Saf olduğu için zengin olamayan, haksızlığa karşı sessiz kalamadığı için “yönetemeyen”, kendi idealleriyle yarım evli olduğu için de iyi bir aşkı yaşayamayan Zapata, karşı devrim sonrası sığındığı dağlarda çok yaşayamadı. Onun tarafına geçtiğini söyleyen bir albay tarafından kandırılıp öldürüldü. Ölüsünü herkesin görmesi için meydana koydular. Köylülerin gözünde efsaneleşti. Çukurovalı İnce Memed gibi “yeniden dönmek üzere” dağlara kaçtığı, bir söylenti halinde tüm Meksika’ya yayıldı. Beyaz atı özgürce dağlarda geziniyordu ne de olsa. Gerçek olan şu ki Zapata’nın ölümsüzlüğü aslında vicdanın ölümsüzlüğüydü. Bu ölümsüz ruh yüz yıl sonra Subcomandante Marcos tarafından canlandırıldı ve Zapatista Devrimi tekrar başladı. Henüz doğrulanmasa da Meksika hükumeti ve birçok kişi, sürekli kar maskesiyle dolaşan Subcomandante Marcos’un gerçek adının Rafael Sebastián Guillén Vicente olduğunu iddia ediyor. Bu kişi Başkent Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuş bir felsefe öğretmeni. Marcos, devrim kitaplarının yanı sıra Renklerin Tarihi adında, Maya efsanelerinden esinlenen bir çocuk kitabı da yazmış. Subcomandante kelimesinin anlamı yardımcı komutan. Marcos “ben komutan yardımcısıyım, gerçek komutan, direnen halkın kendisidir” diyerek unvanını nasıl seçtiğini açıklıyor. Marcos'un kimliğine dair söylentiler her zaman gündemdedir. Kendisinin cevabı şu: “Marcos, San Francisco’da eşcinsel, Güney Afrika’da zenci, Avrupa’da bir Asyalı, ABD’de bir chicano, İspanya’da anarşist, İsrail’de Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Meksika’nın teneke mahallesi Neza’da çete üyesi, folk müziğinin kalesi ulusal üniversitede bir rock’çı, Almanya’da Yahudi, Polonya’da çingene, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaşın erdiği çağda bir komünist, galerisiz - müşterisiz bir sanatçı, Bosna’da barışsever, Meksika’nın herhangi bir kentinde ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendikanın grev sözcüsü, başkaları için kitap yazan gazeteci, gece onda metroda yalnız bir kadın, topraksız köylü, işsiz işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, kitapsız – okuru olmayan bir yazar ve elbette Meksika güneyinin yaylalarında bir Zapatist...” Marcos, insanca yaşamaya dair her kimliğe sahip çıkıyor. Dayatmalara, ötekileştirmeye, etnik ayrımcılığa, halkından kopmuş, emperyalizmin piyonu gerilla özentilerine kafa tutuyor. Bugün kar maskeli direnişçiler, sırt heybelerinde bebeğini taşıyan kadın köylüler, tüm dünyayı şaşırtarak yeni bir umudun simgesi olarak efsaneleşiyor!