Demokrasinin yüz yıllık serüveni, 20. yüzyılın tarihidir aynı zamanda. Savaşlar, diktatörlükler, girdabında bir görünüp bir kaybolan kuyrukluyıldızın hikâyesi... Aşırılıklar çağının ardından tüm dünya demokrasiyi kucaklamaya hazırken küreselleşmenin yıkıcılığı, savaşlar, terörizm ve çığ gibi büyüyen eşitsizlikler, demokrasinin altını oyuyor. Hukukun yerini güç alıyor, hükümetler devletleşiyor, devletler güvenlik şirketlerine dönüşüyor. Yöneticiler tiranlaşıyor...
Berlin Duvarı 1961’de inşa edildi ve 1989’da yıkıldı. 1964’te sınırlı geçişlere izin verildi. Fotoğraf: Gunter Steffen
Ne çok öfkelenecek şey var. O kadar çok ki öfkelenmeyi bile unutuyor ya da çoğunlukla erteliyoruz. Hükümetler, devletler artık biz yurttaşlarını ciddiye almıyor. Neyin iyi, neyin kötü olduğuna onlar karar veriyor. Neye ihtiyaç duyduğumuzu bize soran yok... Demokrasi artık bir iktidar oyunu; yurttaş da bu oyunun izleyicisi. Yüz yıl sonra geldiğimiz nokta bu mu olmalıydı?
Son yüz yıldır yaşanan tarihin demokrasiye ayırdığı dilim, sanki bir soluklanmaydı; hem demokrasi hem barbarlık çağı olarak tecelli eden 20. yüzyılın hoş bir molasıydı ve ne yazık ki tüm insanlığın katıldığı bir mola da değildi. Demokrasi Avrupai bir çerçeveye hapsolmuşsa da gıpta edilen bir örnekti. Bundan 25 yıl kadar önce Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun sarsıcı çöküşü, kimilerine göre “demokrasiyi rakipsiz” hale getirmişti ve dünya bir bütün olarak hiç olmadığı kadar demokrasiye açılmış ya da yaklaşmıştı: Demokrasinin görkemli zaferi kutlanıyordu!
Öyle olmadığı çabucak ortaya çıktı. Demokrasinin değil, kapitalizmin zaferiydi bu ve Doğu Bloku’nun çöküşünden on yıl önce yürürlüğe girmişti. Komünizm tabii ki çökmüştü ama on yıl kadar sonra demokrasiye ilişkin umutlar da sönmüştü. Tek sorun, komünist rejimlerden arta kalan ülkelerin çoğunda demokrasi girişimlerinin daha başlamadan boğulması değildi. Gelişmiş ülkelerde demokratik düzenlerin ve onu örnek alıp izlemeye çalışan sınırlı demokrasilerin, 1980’lerden itibaren kendini var eden zemini hızla tahrip etmeye başlamasıydı.Bu tahribatın iki temel kaynağı vardı: Toplumsal sınıf ve uluslar arasındaki eşitsizliklerin devasa boyutlara tırmanması; terörün sınır tanımaksızın yayılması.
Bir yanda aşırı zenginleşmenin, öbür yanda yoğun yoksullaşmanın kaynağı olan eşitsizliğin, demokrasinin başdüşmanı olduğu; sadece karmaşa, yolsuzluk, yozlaşma ve terör ürettiği iki dünya savaşı arasında çok acı şekilde kanıtlanmıştı.Ne var ki 1980’lerin başında ekonomideki yön değişikliği öncelikle sosyal politikaları hedef aldı. Kamu yararı değil tümüyle özel çıkarlar hesabına gerçekleştirilen devasa özelleştirmeler, denetimsiz bırakılan kâr hırsı, teşvik edilen servet biriktirme tutkusu kamusal alanların ve kamusal zenginliğin yağmalanmasına yol açarak demokratik hayatı kökünden sakatlayan bir barbarlık seferine dönüştü. Sendikasızlaştırılan ya da sendikaları güçsüzleştirilen işçiler gibi örgütsüzleştirilen tüm toplum kesimleri, işverenler ya da devlet karşısında pazarlık olanaklarını yitirmekle kalmadı, siyasal hayatın dışına itildiler. Ekonomik ve siyasi hakların tek güvencesi olan ortak eylem ve ortak duygunun yerini, sınırsız zenginlik ve bireysel gelişim hayalleri aldı. Kamu yararı, fırsat eşitliği, toplum kesimlerini destekleme politikaları (örneğin tarım destek politikaları), sosyal adalet anlayışı vb sanki taş çağına ait kavramlarmış gibi aşağılandı. Gücünü kendisiyle aynı toplumsal ve siyasal şartları paylaşan insanlarla olan birlikteliğinden alan, kamusal hayata yön veren, siyasi süreçlere müdahale edebilen insan gitti, neredeyse daima yoksullaştığı halde “kendini zenginleştirmekten” başka bir tutkusu olmayan zayıf, kırılgan, yalnızlaştırılmış; özgürlük, eşitlik gibi değerlerden uzaklaştırılmış zamane insanı ortaya çıktı. Bu insan kaybettiklerinin farkına vardığındaysa derin bir şaşkınlıkla bir başına olduğunu gördü.
İnsanların birbiriyle sosyal etkileşimleri çözülürken bireyi devlete bağlayan ekonomik, sosyal, siyasal ilişkiler sökülüp atıldı. “Otorite ve itaat dışında yurttaşı devlete bağlayan hiçbir şey kalmadı.” Tarihçi Tony Judt, “bizi bir arada tutan hiçbir şey yoksa o zaman tümüyle devlete bağlıyız demektir” der. Oysa sosyal bağlar olmadan insanların itaatini sağlamak zordur, iktidar mekanizması olarak devletin elinde sadece zor ve şiddetin kaldığının göstergesidir. Kamu yararının terk edilmesi bireyin özgürlüğünü değil, “muktedir devletin dizginlenmemiş gücünü artırmıştı”.
Bir şey daha var: Halkın siyasal etkinliği ve toplumsal muhalefet, demokrasiye işlerlik kazandırmanın yanı sıra doğal alanların ve kültürel mirasın korunmasının da garantisiydi. Halkın demokratik siyasi hayatın dışına atılması, ormanların, koruların, tarım alanlarının, tarihi ve kültürel değerlerin, şehirlerin, kamusal alanların devlet eliyle özel çıkarlara peşkeş çekilmesinin önünü açtı. Doğrusu, halkın siyaseten hiçleştirilmesinin asıl sebebi de buydu. Ama sonuçları korkunç oluyor. Bugün iklim değişikliği, doğal felaketler çok vahim sonuçları tetikliyor. Gelecek bilimciler, büyük bir doğal felaketin ilk kurbanlarının insanlarla birlikte demokratik kurum ve ilişkiler olacağını düşünüyor. Daha şimdiden hukukun yerini güç alıyor, hükümetler devletleşiyor, devletler güvenlik şirketlerine dönüşüyor. Yöneticiler tiranlaşıyor.
Sonuç, demokrasinin devlet eliyle tahrip edilmesinden başka bir şey değil.
Hak ve özgürlükler sınırlanıyor, devletler demokrasinin alanını daraltıyor. Ancak Gezi’de olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde demokrasinin, özgürlüğün, eşitlik duygusunun çağrısı yankılanıyor. Fotoğraf: Emin Özmen
Açıkçası modern toplumlar, demokrasi düzeyi ne olursa olsun, serbest piyasanın ve küreselleşmenin büyüsüne kapıldı ve eşitsizliği, yozlaşmayı, yolsuzluğu, güvensizliği, adaletsizliği ve de tiranlaşma eğilimlerini demokrasiye tercih etti.
Terörizm ise en sağlam demokrasileri bile işlemez hale getiriyor. Yurttaşlarının güvenliklilerini sağlamakta aciz kalan devletlerin başvurduğu tek yol, özgürlükleri feda etmek oluyor. Hatta terörizmle bir tür zımni işbirliği içinde oldukları bile söylenebilir. Giderek, toplum ve insanlar üzerindeki denetim ve kontrol mekanizmalarını varoluşsal bir sorun haline getiren devletler, terörizmi ve onun dehşet uyandıran tehdidini, yurttaşların demokratik kazanımlarını bertaraf etmekte etkili bir araç olarak kullanıyor. Birey hak ve özgürlüklerini anlamsız hale getiren güvenlik yasaları oluşturuluyor. Demokrasi yoluyla ve aracılığıyla evrenselliğe katılmış ülkeler hatta birlikler (Avrupa Birliği), içlerine kapanıyor. Sınırlarına duvarlar örüyorlar. Oysa demokrasiler özü gereği açık toplumlar olmak durumundadır.
Berlin Duvarı, hem Almanya’nın bölünmesinin hem de dünyanın kapitalist ve sosyalist diye iki büyük kutba ayrılmasının sembolüydü. Fotoğraf: Gunter Steffen
Bütün bunlar demokrasinin geleceğini devletlerin tekeline bırakmamak gerektiğini gösteriyor. Ve bir tek örnek bile çok da umutsuz olmamak gerektiğine işaret ediyor. Gezi’de olduğu gibi dünyanın pek çok yerinde demokrasinin özgürlüğün, eşitlik duygusunun, dayanışma ve birlikteliğin evrensel çağrısı yankılanıyor. Geleceğe ilişkin yeni umutlar, yeni hayaller mayalanıyor.
Ancak, nasıl bir dünya, nasıl bir demokrasi istediğimizi ve arzuladığımız bu demokrasiyi nasıl kurumlaştırıp koruyacağımızı anlamak için, bugüne nasıl gelindiğini bilmemiz gerek. Çünkü demokrasi ilk kez tehditle karşılaşmıyor; onun yüz yıllık serüveninde bugünkü durumundan daya iyi anları vardı ama çok daha meşum zamanları da yaşadı.
Eski dünya düzeninin son yıllarıydı 1910’lar. Dünyanın üçte ikisi Batılı büyük güçlerin ya doğrudan sömürgesiydi ya da onların nüfuz alanındaydı. Demokrasi sadece bazı Batı Avrupa ülkeleriyle ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerde kendine alan bulmuştu. Demokrasi haritalarında bu dönemde sadece Norveç ve Avustralya ile Yeni Zelanda işleyen demokrasi olarak gösterilir. Ancak bu demokrasi henüz rüşeym halindeki bir demokrasidir. Kadınların seçme - seçilme hakları olmadığı gibi, örneğin Yeni Zelanda ve Avustralya’da yerli Aborjinlere yönelik keskin bir ırk ayrımcılığı vardır. Sınırlı demokrasiler olarak gösterilen ülkelerse sadece beyaz erkeklerin oy kullanma hakkına sahip olduğu ama hükümetlerin seçimlerle belirlendiği ülkelerdi. Bunların çoğu sömürgeleri olan Avrupa ülkeleriydi ve en temel haklar bile sömürge halklarından esirgeniyordu. Latin Amerika ülkeleriyse bağımsızlıklarını kazandıkları tarihlerden bu yana diktatörlükle yarı-demokratik rejimler arasında gidip geliyordu. Yüzyılın ilk ulusal devrimleri Portekiz (1910) ve Çin’de (1911-1912) yaşandı ve bu ülkelerde seçime dayalı hükümet biçimine geçilse bile iktidar belirli ellerde toplandı. Güney Afrika’daysa beyaz azınlık kendi hükümetini seçimle belirliyordu ama rejim, gerçekte siyah çoğunluk üzerinde kaba ve ırkçı diktatörlüktü. Dünyanın sömürgeler dışında kalan ülkeleriyse monarşi ve istibdadın hükmü altındaydı. Birinci Dünya Savaşı, bu düzeni paramparça etti.
Geçen yüzyılın en önemli olayı 1917 Rus Devrimi’ydi. Devrimin önderi Lenin, Kızıl Meydan’da halka hitap ediyor. Fotoğraf: Peter Furtado, Ülkelerin Tarihleri, Yapı Kredi Yayınları
Batılı birkaç ülke 1914 yılında, yeryüzünün yüzde 85’ine hükmediyordu. Amerika kıtasında sömürgeler 18. ve 19. yüzyılda tasfiye edilmişti. Afrika ve Asya sömürgeleriyse bağımsızlık için II. Dünya Savaşı’nın sonunu, hatta bazıları 1970’li yılları bekleyecekti. Sömürgeleştirilen dünyanın bu bölümü, hiçbir demokratik eğilime izin vermeyen, hak ve özgürlükler bir yana sömürge insanlarının insan yerine bile konulmadığı katı ve otoriter rejimlerle yönetiliyordu. Sömürgeler asıl olarak İngiltere, Fransa, Hollanda arasında paylaşılmıştı. Yüzyılın başında Almanya da sömürgeci faaliyete katılmış ve Afrika’dan bazı parçalar koparmış; Kongo, büyük devletlerce Belçika kralına armağan edilmişti. Portekiz ve İspanya’nın da Afrika’da sömürgeleri vardı. ABD de Latin Amerika’nın zayıf ülkeleri üzerinde vesayet kurmuş, bazılarını fiilen sömürgeleştirmiş; Uzakdoğu’da Filipinler’i sömürgeleri arasına katmıştı. Sömürgeci ülkelerin tamamı demokrasiyle yönetiliyordu ve sömürgelerinde demokrasiye asla tahammül göstermediler. Bu da onların demokrasilerini lekeleyen, kusurlu hale getiren en önemli unsurdu. Sömürgelerin kurtuluş mücadelesi uzun sürdü. Tasfiye 2. Dünya Savaşı’ndan sonra başladı. Hindistan’ın bağımsızlığını Endonezya ve diğer Uzakdoğu ülkeleri takip etti. Afrika’da en erken 1950’de başlayan bağımsızlaşma ancak 60’lı yıllarda kıtanın geneline yayıldı. Bağımsızlığını en son elde eden ülke Angola’ydı; 1975’te sadece kendi kurtuluşunu kazanmadı, sömürgecisi Portekiz’in diktatörlükten arınmasının da yolunu açtı.
Fotoğraf: Peter Furtado, Ülkelerin Tarihleri, Yapı Kredi Yayınları
1920-1937: Uyanış ve Çöküş
Kısa sürmesi beklenen dünya savaşı dört yıl sürdü ve sonuçlandığında büyük bir yıkıma ve devrimsel değişikliklere yol açtığı görüldü. Halklar yeniden tanımlandı; uluslar, ulus devletler yaratıldı, milyonlar evlerini, mülklerini terk etmek zorunda bırakıldı, bir o kadarı kendi yurtlarında vatansız hale geldi. Dünya, tarihçi Eric Hobsbawm’ın sözünü ettiği “aşırılıklar çağı”na girdi.
Oysa 1918’in sonunda, demokrasi umutları zirve yapmıştı ve liberal uygarlığın değerlerinin ve kurumlarının önünde hiçbir engel kalmamış gibiydi. Parlamentolar, özgürce seçilmiş hükümetler, anayasalar ve hukuk düzeni, konuşma, basın ve örgütlenme özgürlüğü, yurttaş hakları ve bilim değerleriyle donanan liberalizm rakipsiz sayılıyordu. Avrupa’nın liberal seçkinleri zafer çığlıkları atıyordu.
Olan şuydu: Savaş bittiğinde, o ana dek Avrupa tarihinin temel aktörleri arasında yer alan Rusya, Avusturya - Macaristan, Hohenzollern Almanyası ve Osmanlı Türkiyesi’ndeki büyük imparatorluklar tamamen çökmüştü. Otokratik rejimler tarihe karışmıştı. Rolünü oynama sırası şimdi demokrasideydi. Mark Mazower’in Avrupa’nın yirminci yüzyılını anlattığı dev yapıtı Karanlık Kıta’da tespit ettiği gibi “demokrasinin evrensel kabulünün” söz edildiği bir aşamaya gelinmişti. Mesela savaştan önce Avrupa’da yalnızca üç cumhuriyet vardı, 1918 sonundaysa bu sayı 13 olmuştu. “Baltık Denizi’nden başlayıp Almanya ve Polonya’dan geçerek Balkanlar’a kadar uzanan bir demokrasi kuşağı, en yeni liberal ilkelere göre yazılmış yeni anayasalarla donatılmıştı.”
Bu liberal coşku çok kısa sürdü. Rus Devrimi ve komünizm hayaleti Avrupa’nın üzerinde dolaşmaya başlayınca, liberalizmin kendi değerlerine sırt çevirdiği görüldü. “Birçok ülkedeki yönetici seçkinler kısa sürede, demokrattan çok komünizm karşıtı olduklarını kanıtladılar”. Eric Hobsbawm’a göre Avrupa’da demokrasinin çöküşünden liberaller sorumluydu. Onlar komünizmden korkular ve işçi sınıfı hareketlerini demokrasiye karşı tehdit olarak gördüler. Her ülkede güçlü merkezi yönetimleri arzulayan, otorite düşkünü sağcı partileri ve liderleri desteklediler. Demokrasiyi ortadan kaldıranlar da liberallerin düşündüğü gibi sosyalistler olmadı; Avrupa’da bunun tek bir örneğine rastlanmadı. Buna karşılık, demokrasilerin tamamı, sağcı askeri diktalar, anayasal yollardan iktidara gelmesine izin verilen faşist partiler eliyle boğuldu. Daha 1920’lerde Macaristan, İtalya, İspanya, Portekiz, Polonya, ani dönüşlerle demokrasiden ayrılırken arkalarında liberallerin desteklerini buldular. Mussolini faşizminin ebesi liberal seçkinlerdi. Onlar olmasa Mussolini hükümet bile kuramazdı. Almanya’da da Naziler, “iktidarı fethederek başa geçmedi, eski rejimin suç ortaklığıyla, aslında inisiyatif göstermesiyle yani anayasal biçimde iktidara geldi”.
Şaşırtıcı olan şuydu ki hangi ülke olursa olsun, diktatörler iktidarları kolaylıkla ele geçiriyor, ardından demokrasi oyunu oynamaktan vazgeçiyor ve iktidarlarını kolaylıkla sürdürüyorlardı. Avrupa demokrasisi, hiçbir yerde gözle görülür bir direniş sergileyemedi ve diktatörlerin fiskeleri altında can verdi. 1919 - 1920’nin büyük burjuva parlamentarizmi dalgası da böylece hiçbir iz bırakmadan silinip gitti. Avrupa halkları, demokrasi için savaşmak bir yana, demokratik olmayan seçeneklere rahatça yöneldi. Artık “senato, meclis gibi kurumlar hukuk fakültelerinin fantezileri gibi görülüyordu”.
Faşizmin Avrupa’da hâkim ideoloji haline gelmesi, demokrasinin Avrupa’ya uyan bir rejim olduğu varsayımını kuşkulu hale getiriyordu. O yıllarda Avrupa siyasetine yön veren üç temel ideolojiden biri olan faşizm (diğerleri liberalizm ve komünizmdi), Mazower’in dediğine göre, “en Avrupa merkezli olanıydı”. “Nasyonal sosyalizm, yalnızca Almanya’nın değil, tüm Avrupa’nın ana akışına birçok kişinin kabul edebileceğinden çok daha rahat uymaktaydı.” Aksi takdirde, faşizmin, bütün bir Avrupa’yı birkaç yıl içinde teslim alması düşünülemezdi.
SYunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Macaristan, Polonya, Estonya, Litvanya ile Almanya, İtalya, Avusturya, İspanya, Portekiz ve Sovyet Rusya’ya kadar neredeyse Avrupa’nın tamamı ya askeri darbelerle, ya faşist ya da komünist diktatörlüklerle ya da Türkiye’de olduğu gibi otoriter tek parti yönetimleriyle idare ediliyordu. Parlamenter demokrasi, önemli sınırlılıklar taşımakla birlikte Kuzey Avrupa’nın küçük birkaç ülkesine sıkışıp kalmıştı. Bunların çoğunda kadınların seçme ve seçilme hakları yoktu. Avrupa’nın büyük güçleri arasında parlamenter düzeni devam ettiren sadece İngiltere ve Fransa’ydı. Her ikisi de aynı zamanda büyük sömürge imparatorluklarıydı ve bu ülkelerin sömürgelerindeki tebaalarından genel ve eşit oy hakkı açıkça esirgeniyordu. Başlıca sömürge imparatorlukları olan İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika gibi demokratik rejime sahip ülkeler, kendi sömürgelerinde demokrasi güçlerini daha doğmadan boğuyorlardı. İngiltere ve Fransa’da sömürgeler sözkonusu olduğunda, liberal ilke “metropole dönük özgürlük ve sömürgelere dönük istibdat” idi. Liberal özgürlüklerin hiçbiri sömürgelerde geçerli değildi. Irk ayrımcılığı sadece sömürgelerde değil, metropolde de katı şekilde uygulanıyordu. Irk ayrımcılığının yanı sıra kadınlara seçme seçilme haklarının tanınmaması (İngiltere’de Fransa’dan daha önce, 1930’da kadınlara bu hak tanındı), bu ülkelerdeki demokrasinin en belirgin sınırlılıklarıydı. Örneğin o yılların dünya demokrasi haritasında da görüldüğü gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti de bir demokrasiydi. Ama “ırkçı bir demokrasi”. Bu demokrasi sadece beyazlar için vardı. Ülke nüfusunun çok büyük çoğunluğunu oluşturan Siyahlar en temel hak ve özgürlüklerden yoksundu. Aynı şekilde ABD, dünyadaki en yerleşik demokrasilerden biriydi ama bu demokrasiyi keskin bir ırk ayrımcılığı lekeliyordu. Irk ayrımcılığına ilişkin yasal düzenlemeler devam ediyordu. Beyazların üstünlüğüne dayalı ve Siyah Yasaları olarak bilinen bu düzenlemeler, siyahları en temel haklardan yoksun bırakıyordu. Oy hakkı 1915’te kabul edilmesine rağmen, siyahların bu hakkı fiilen kullanmasının önünde pek çok engel vardı. Toplumsal yaşamdan dışlanmışlardı, beyazlarla aynı mekânları paylaşmaları, aynı okullara gitmeleri yasaktı. Irk ayrımcılığına dayalı resmi politikalar, bürokrasinin keyfi davranışları ve ırkçı grupların saldırıları nüfusun önemli kesiminin demokratik sürece katılımına izin vermiyordu. 1920’li ve 30’lu yıllar, Amerika’nın yerli halkı Kızılderililerin ve Çin’den, Japonya’dan gelen göçmen grupların demokratik haklarını kullanamadığı yıllardı. Kanada ve Avustralya demokrasileri de farklı değildi.
Rusya’da çarlığın 1917 Ekim Devrimi ile çöküşü ve Bolşeviklerin iktidarı ele geçirişi iç savaşa yol açtı. Ardından sosyalizmin kuruluş süreci başladı. Ancak devrim yolundan saptı ve parti diktatörlüğüne dönüştü. Latin Amerika ise 1910’lu yıllara göre demokrasi mücadelesinde bir hayli geriye düşmüştü. Kıtanın büyük kısmı askeri cuntala gölgesindeydi. 20. yüzyıla devrimci alt üst oluşlarla giren Latin Amerika ülkeleri, birbiri ardına karşıdevrimlere sahne oldu. Brezilya’da 1930 darbesiyle otoriter rejim başladı. Arjantin’in 1914’te girdiği demokratikleşme süreci 1930’da askeri darbeyle kesildi, ardından muhafazakârların tek parti yönetimini andıran iktidarı başladı ve 1943’te bir kez daha askeri darbe yaşandı. Bolivya caudillo denen askeri şeflerin iktidarından kurtulamadı. Ekvador, Nikaragua, Küba gibi ülkeler de diktatörlüklerin çeşitli biçimlerine sahne oldu. 1930’larda Kosta Rika, Kolombiya, Şili ve Uruguay kısa süreli demokratik rejimlere kavuştular.
Çin’de iç savaş ve karışıklıklar demokrasiye hayat hakkı tanımadı. Japonya’da ılımlı liberal rejim 1930-31’de milliyetçi militarist bir rejime dönüştü. Dünyanın geri kalanıysa ya sömürgeydi ya da İran, Suudi Arabistan gibi totaliter rejimlerden ibaretti.
Cumhuriyet, kadınları eşit yurttaşlar olarak konumlandırdı. Seçme ve seçilme hakkıyla kadınları yönetime ortak etti.
TEK PARTİ ÇAĞI
Türkiye’de 1920’de açılan meclis, 1923’te cumhuriyetin ilanına karar verdi. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Halk Fırkası (daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi) adıyla bir siyasi partiye dönüştürüldü. Türkiye Batı’dan örnek alınan modern ve laik bir modele göre milli devlet olarak şekillendirildi. Hilafet kaldırıldı. Bunu dini mahkemelere son verilmesi ve eğitimde birliğin sağlanması izledi. Yargı, bağımsız mahkemelere devredildi. 1924 Anayasası ile tüm yetkiler mecliste toplandı. Meclis, cumhurbaşkanını seçiyor, cumhurbaşkanı da başbakanı atıyordu. Türkiye’nin bundan sonraki sürecine reformlar damga vurdu. Kadınların özgürleştirilmesi ve seçme - seçilme haklarına kavuşturulması, İsviçre Medeni Kanunu’nun benimsenmesi, yeni ceza ve ticaret kanunlarının düzenlenmesi bu dönemde gerçekleşti. 1928’de devletin dininin İslam olduğu ifadesi anayasadan çıkarıldı. Siyasi ve hukuki alandaki reformlara, devlet otoritesinin kullanılması yoluyla ekonominin modernleştirilmesi, sanayileşmenin sağlanması, eğitim ve kültür hayatının geliştirilmesi yönündeki çabalar eşlik etti. Kuruluşuna izin verilen ilk parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 1924’te kapatılmıştı. 1930’daki Serbest Fırka deneyi de aynı şekilde sonuçlandı. Türkiye, 1946’da çok partili siyasal yaşamı tercih etti ve dört yıl sonraki seçimlerde de iktidar el değiştirdi.
II. Dünya Savaşı, ulusları hiç varolmamışlar gibi yeryüzünden silerek başladı. 1937 - 1942 yılları arasında 18 ulus faşizmin darbeleri altında tarih sahnesinden çekildi. Avrupa, Kafkaslar’a kadar Almanlar tarafından yutuldu. Arnavutluk İtalyanlar, Baltık ülkeleri Sovyetler Birliği tarafından ilhak edildi. Ayrıca dört tarafsız ülke; İzlanda, Irak, Mısır, İran Anglo-Amerikan ittifakı tarafından işgal edildi. Avrupa’da İsveç ve İngiltere dışında demokrasisini sürdürebilen tek ülke kalmadı. Doğu Asya, Uzakdoğu ve Büyük Okyanus adaları Japon faşizminin pençesine düştü. Dünya bir boydan bir boya diktatörlerin savaş alanına dönüştü. Latin Amerika ülkelerinin çoğu faşizme meyletti. Demokrasi artık tümüyle geçmişte kalmış bir rüyaydı. Türkiye bu dönemde, tek partili yönetimini katılaştırarak sürdürdü ve savaşta tarafsız kalmayı başardı. Savaş, faşizmin yenilgisiyle sonuçlandı. Dünyayı yeni bir demokrasi heyecanı sardıysa da Doğu Avrupa ülkeleri Sovyet güdümünde otoriter rejimlere dönüştü. Yugoslavya ve Arnavutluk kendine özgü sosyalist rejimler geliştirdi. İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi ülkeler ise hâlâ diktatörlerin pençesindeydi.
ÇİZMELER ALTINDA
Faşizm, Avrupa’nın kısa süreliğine tutulduğu bir delilik nöbeti değildi. Avrupa’nın liberalleri, muhafazakârları, kralcıları, kiliseleri el ele vererek faşizmi iktidara taşıdı. Toplumsal devrim ve komünizm korkusunu yayarak halkları faşizme yönlendirdiler. Faşizmi, “bir felaket değil, bir kurtuluş” olarak, “köhne bir dünyanın çöküşü” olarak karşıladılar. Yeni bir Avrupa’nın inşa edildiğini düşündüler. Almanya önderliğindeki otoriter bir geleceğin Avrupa’nın çıkarlarına daha uygun olacağı sanılıyordu. Oysa faşizm, sömürgelerde on yıllardır uygulanan şiddetin anavatana, Avrupa’ya taşınmasından başka şey değildi. Naziler, “Avrupalılara Afrikalıymış gibi davrandığında, köleliği ve şiddeti Avrupa’ya geri döndürdüğünde, Almanya dışında diğer ulusların beklentilerini reddettiğinde” bu gerçek anlaşıldı. Ancak çok geç kalınmıştı. Faşizmi Avrupa’dan söküp atmak da o çok korkulan “komünistler” sayesinde gerçekleşti. Bunun bedeli, 50 milyon ölü, milyonlarca göçmen, yanmış yıkılmış bir Avrupa oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgisi yeni bir dünya düzenine yol açtı. Faşizm, Avrupa’nın bir zamanlar çok ürktüğü Sovyetler Birliği’nin darbeleri altında can verdi. Bu zaferin karşılığı olarak da Avrupa’nın yarısı Sovyet Rusya’nın denetimine bırakıldı. Nazi işgaline karşı direnişi örgütleyen komünistler, Sovyetlerin koruyucu şemsiyesi altında sosyalist rejimleri inşa etti. Öbür yanda İspanya ve Portekiz hariç tüm Avrupa yeniden demokrasiyi keşfetti. Batı Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde demokrasi köklü bir rejime dönüştü.
ABD demokrasisinin en tartışmalı tarafı ırk ayrımcılığına ilişkin yasal düzenlemelerin 1964 yılına kadar devam ettirilmesiydi. Toplumsal yaşamdan dışlanan siyahların, beyazlarla aynı mekânları paylaşması, aynı okula gitmesi yasaktı.
ABD’de ırk ayrımcılığına ilişkin yasaklar ve resmi sınırlamalar 1964’te, ırklar arası evlilik yasağı da 1967’de ABD Yüksek Mahkemesi’nin kararıyla kaldırıldı. Türkiye 1946’da çok partili hayata geçti ve 1950 seçimlerinde iktidar el değiştirdi. O sırada dünya çapında sömürgelerin tasfiye edilmesi başlamıştı. Henüz sömürgelikten kurtulmuş Hindistan ile Endonezya ve Filipinler demokrasiyi seçti. Filipinler ve Endonezya bir süre sonra diktatörlüğe yöneldi. Savaştan yenilgiyle çıkmış Japonya, demokrasiyi tercih etti. Çin’deyse 1949’da komünistler iktidara geldi. 1950 sonrası dünyanın politik nabzı sömürgelerde attı. 1945’ten sonra başlayan sömürgesizleşme süreci yer yer büyük savaş ve çatışmalarla 1975’e kadar devam etti. Bağımsızlığını kazanan sömürgelerin çoğu cumhuriyeti ilan etti ama demokrasiye işlerlik kazandıracak rejimler olmaktan çabucak çıktı ve çoğu ülkede tek parti otokrasisine ya da diktatörlüklere dönüştü. Latin Amerika, demokratik rejimlerin darbelerle alaşağı edildiği bir kısırdöngüye girdi. Küba Devrimi, 50 sonrası dünyanın en çarpıcı politik gelişmesiydi. Önce Fransızların (1950’nin ilk yıllarında), sonra da ABD’nin Vietnam’daki savaşı ve yenilgisi, yeni bir çağın açıldığına işaret ediyordu.
Demokrasi uzun yıllar kadınların dışlandığı bir rejimdi. Kadınlar seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere temel insan hakları için yüz yıl boyunca mücadele etti.
Avrupa’da 68 Hareketi diye bilinen gençlik isyanı, siyaseten yenilgiyle sonuçlandı ama toplumsal bakımdan büyük bir zafer kazanılmıştı. Bireysel özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması, sosyal hayatın demokratikleştirilmesiyle Avrupa demokrasisi en parlak dönemine girdi. Demokrasiye 1950’de geçen Türkiye, 1990’lara kadar üç askeri darbeye maruz kaldı. Kısa süreli askeri yönetimlerin ardından her seferinde demokratik rejim yeniden inşa edildi ama özellikle 1980 askeri darbesinden sonra yürürlüğe giren anayasa ve yasal düzenlemeler, demokratik hayatı bir cendereye soktu. O gün bugündür de Türkiye demokrasisi sınırlı ya da hibrid bir rejim olarak değerlendiriliyor.
Demokrasinin tüm dünyada hâkim yönetim biçimi olarak benimsenmesi, 1990’larda sosyalist rejimlerin çökmesiyle büyük ivme kazandı. Sosyalist rejimlerden ayrılan uluslar on yıl içinde kusurlu da olsa demokrasilerini inşa etmeyi başardı. Ancak bu ülkelerin bir kısmı demokrasiye işlerlik kazandıramadı ve seçimler yapılmasına karşın otoriter iktidarlar siyasi hayata yön vermeye başladı. Avrupa’da sadece Belarus ve Orta Asya’nın yeni cumhuriyetleri otoriter yönetimini sürdürdü. Yugoslavya kanlı bir iç savaşa sürüklendi. Bosna’daki soykırım girişimi, Avrupa’ya bir kez daha faşizm yıllarını hatırlattı. Bazı araştırmalar 2000’li yılların başında dünyada 100’den fazla ülkenin demokrasiyle yönetildiğini belirtiyor. Ancak bu demokrasilerden sadece 28’i işleyen demokrasi yani gelişmiş demokrasi. Bunlarda da özellikle uygulamada karşılaşılan bazı sınırlılıklar görülüyor. Geri kalan demokrasilerse kusurlu ya da sorunlu demokrasi olarak sınıflandırılıyor.
Doğu Bloku’nun çöküşü “demokrasinin zaferi” olarak kutlandı. Eski sosyalist ülkelerde Lenin heykelleri kaldırıldı ama pek çoğunda demokrasi işlerlik kazanamadı. Fotoğraf: Peter Furtado, Ülkelerin Tarihleri, Yapı Kredi Yayınları
Ekonomist dergisinin her yıl gerçekleştirdiği ve geçtiğimiz yıl sonuncusunu yayımladığı demokrasi endeksi, büyük umutlarla girdiğimiz yeni yüzyılın demokrasisinde yanlış giden bir şeyler olduğunu ortaya koydu. 167 ülkeyi kapsayan araştırma, işleyen demokrasilerin hızla sınırlı demokrasilere dönüştüğünü, demokratik hak ve özgürlüklerde geriye gitme eğiliminin hız kazandığını gözler önüne serdi. Araştırma, ülkelerdeki seçim süreciyle çoğulculuk, sivil özgürlükler, hükümetin işlevselliği, siyasi katılım ve siyasi kültür dikkate alınarak hazırlandı. Araştırma sonucunda ülkeler dört sınıfa ayrıldı: Tam demokrasiler, kusurlu demokrasiler, hibrit rejimler ve otoriter rejimler. Buna göre 167 ülke arasında sadece 25 ülke tam demokrasi sınıfında yer alıyor ve en demokrat ülke olarak Norveç’i İsveç ve İzlanda izliyor. Bu 25’lik grubun son ülkesiyse Kosta Rika’nın ardından İspanya oldu. “Kusurlu Demokrasiler” grubundaysa 54 ülke bulunuyor. Fransa, 10 üzerinden puanlama yapılan araştırmada 7,92 ile Botsvana’nın ardından bu sınıfın ikinci sırasında yer aldı. Türkiye’nin de içinde bulunduğu Hibrit Rejimler sınıfında 36 ülke bulunuyor ve aynı klasmanda Bangladeş, Tanzanya, Sri Lanka ve Uganda gibi ülkeler var. Türkiye ortalama 5,63 puan ile 167 ülke arasında 98. sırada kendine yer bulabildi. Rapora göre Türkiye’nin içinde yer aldığı hibrit rejimlerde, seçimlerin özgür ve adil olmasını engelleyen azımsanmayacak derecede düzensizlikler var. Hükümetin muhalefet partilerine ve adaylarına baskı yapması olağan bir durum. Siyasi kültür, hükümetin işlevselliği ve siyasi katılımdaki zayıflıklar kusurlu demokrasilerde var olandan daha yaygın. Yolsuzluğa eğilim yaygın; hukuk ve sivil toplum zayıf. Medya ve gazeteciler baskı altında, hukuk bağımsız değil. Türkiye, 2014’te yayımlanan Dünya Basın Özgürlüğü Raporu’na göre Afganistan, Ürdün, Irak gibi ülkelerin bile gerisine düşerek 180 ülke arasında 154. sıraya indi. Araştırma, 52 ülkenin de otoriter rejimler sınıfını oluşturduğunu gösterdi. İran, Suriye ve Türkmenistan’ın da dahil olduğu bu grupta, Kuzey Kore son sırada...
Son yıllarda demokrasi talepleri kitleselleşti. Gezi Parkı’ndan Tahrir Meydanı’na, Hong Kong’dan Brezilya’ya milyonlar demokrasi ve özgürlük için sokağa çıktı. Tahrir Meydanı ise Mısır’daki darbeden sonra suskunluğa büründü.
DEMOKRASİ TARİHİ
Halk yönetimi anlamına gelen demokrasi eski Yunanca’daki demos (halk) ve yönetim (iktidar) sözcüklerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış. İlk demokrasi örnekleri de eski Yunan kent devletlerinde görülmüştü. Bu demokrasi doğrudan demokrasiydi ve yasama organı yurttaşların tamamının katılımıyla oluşuyordu. Kent nüfusları en fazla 10 bin civarında olduğu için tüm yurttaşların katılımı sorun yaratmıyordu. Kaldı ki kadınlarla köleler yurttaş sayılmıyordu ve siyasal haklardan yoksunlardı. Halkın kendi kendisini yönettiği bu demokraside, yürütmeye ve yargıya ilişkin görevler ya seçim ya da kura çekme yoluyla yurttaşlara veriliyordu. Yunan demokrasisi kısa ömürlü oldu. Kent devletlerinin çöküşüyle birlikte tarihe karıştı ve iki bin yıl sonra çağdaş anayasacılık hareketleri sırasında yeniden adını duyurur oldu. Başlangıçta hükümdarların iktidarının sınırlanması mücadelesine bağlanan demokrasi, zamanla genel ve serbest seçimlerle işbaşına gelen parlamentolarla işlerlik kazanmaya başladı. Dolaylı ya da temsili demokrasi tarihsel gelişmelere bağlı olarak çeşitli evrelerden geçti. Bugün demokrasiden söz edilebilmesi için şu temel kriterler aranıyor:
a) Rekabetçi ve çok partili politik sistem
b) Yetişkinlerin evrensel oy hakkı ve bunun kullanımı
c) Gizli oy verme esasına dayanan düzenli seçimler ve oy sandığı güvenliği, seçim hilelerinin olmaması
d) Kamuoyunun siyasi partilere kolaylıkla üye olup siyasi tercihlerini belirlemesi ve medyada propaganda özgürlüğü.
Bunların yanı sıra gelişmiş demokrasiler, hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlükler, ifade ve basın özgürlüğü gibi ilkeleri de içermektedir.