Doğu Anadolu çoğu hekim için mecburi hizmet demektir. Başar için de Erzurum’a atandığında hikâye böyle başlamış olmalı. Haziranın ortasında şehre vardığımda, Başar genel cerrah olarak bir buçuk seneyi aşkın süredir Erzurum'da çalışıyordu. Ameliyatlardan başını kaldırabildiği zamanlarda Erzurum’u karış karış keşfetmiş, şehrin coğrafyasından büyülenmişti. “Burası ‘Karlar Coğrafyası’. Dağı, gökyüzünü seçemezsin. Kışın şehrin merkezinde bile kar 20 santimi geçer.” diyerek beni ısrarla Erzurum’a davet ediyordu. Başar’ın burayı kışın görmen lazım demesine rağmen, Erzurum’u serin ve nemli bir yazın başladığı bir haziran ayında ziyaret edebildim. Başar Erzurum’un karasal iklimine rağmen burayı “Kar sularından toprak suya doymuş. Kazmayı yere vursan su çıkar. Altımızda bir göl var diyebilirim. Bölgedeki platolar içinde, Ağrı’nın eteklerindeki Doğu Beyazıt ve Çaldıran’la beraber gördüğüm en sulak alanlardan biri” olarak tarif ediyordu.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 1

Gökyüzüne Yaklaşan Dağlar

Erzurum, Karasu Vadisi’nin genişleyerek açıldığı ovanın Palandöken’e yaslanan yamacında, 2 bin metreye yaklaşan rakımda konumlanıyor. Türkiye’nin en yüksek kenti burası, “Anadolu’nun çatısı” unvanını fazlasıyla hak ediyor. Karasu-Aras dağ silsilesi ile Kuzey Anadolu Dağları arasında kalan Erzurum’da yer yükseliyor, dağlar gökyüzüne yaklaşıyor. Zengin akarsu ağı, verimli ovaları ve etrafını kuşatan yüksek dağlar nedeniyle Erzurum hep çekim merkezi olmuş. Haritaya baktığınızda bu dağların zirvelerinde donan suyun dört bir yana aktığını görürsünüz: Tortum ve Çoruh üzerinden Karadeniz’e; Aras ile Hazar Denizi’ne ve Karasu ve takip eden Fırat’ı oluşturmasıyla da Basra Körfezi’ne dökülür. Bu sular geçtikleri yerlere hem hayat vermiş hem de dağları kazıyarak ticaret yollarını oluşturmuş. Tarih boyunca su ve ticaret buradaki hayatın can damarı olmuş. Çoruh Havzası, Doğu Anadolu ve Karadeniz’i İran ile hem birbirine bağlamış hem de birbiriyle çatıştırmış. Erzurum’dan Tebriz’e uzanan güzergahtan Orta Çağ’ın en büyük seyyahlarından Marco Polo, İbn Battuta ile birlikte nice seyyah geçmiş.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 2

Denize ulaşamayan sulara gelince, onlar Erzurum yaylasında kalır. Yılın soğuk yarısında (eylülden hazirana kadar) bu suyun donduğu günler olur. Yaz boyu da yağış alıp serin kaldığından yayla bozkırlaşmaz, uzun boylu çayırlarla kaplı kalır. Sağımızda ve solumuzda göz alabildiğine uzanan meralarda gördüğümüz hayvanlar da böylece yılın dört beş ayı otlar. Buradaki nüfusun yarıya yakını da çiftlikleri ve hayvanlarıyla ilgilenir. Ama Erzurum da çağımızın değişiminden nasibini alıyor. Ancak bu sulak coğrafyanın çoğu yerinde yeni yükselmekte olan binaların statiğinin nasıl etkileneceğini herhalde yer bilimciler ile mühendisler daha iyi biliyor olmalı.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 3

Kimi bölümü bozkır kimi bölümüyse ormanlık alanlarla kaplı olan Erzurum-Artvin karayolu, derin vadiler ve etkileyici dağlar arasından geçiyor. Yolun 122. kilometresindeki Tortum şelalesi, 1960 yılında yapılan hidroelektrik santralinin oluşturduğu baraj gölünün kuzeyinde konumlanıyor. Sular, önündeki heyelan kütlesini aşıp köpürerek Tev Vadisi'ne dökülen şelaleyi meydana getiriyor.

Erzurum’dan kuzeye doğu Artvin yolunu takip ettikçe sulak alanlar ve bataklıklar başlıyor. Bu yolda ilerlerken Başar, Doğa Derneği’nden edindiği bilgiye göre 1940’lardan beridir Devlet Su İşleri’nin (DSİ) buraları kurutup otlak alanlarını genişlettiğini söyledi. Yolda ilerlerken Tortum Çayı da bize eşlik etmeye başladı. Yol üzerinde isimleri Gökçeyamaç, Köşkköy, Söğütyanı, Yeşildere, Şenyurt (eski Ermenice ismi çiçekli anlamına gelen Zağki), Güzelyayla olan köylere, kuzeye çıktıkça Taşbaşı, Aktaş, Yamankaya, Taşoluk, Kireçli (eski Ermenice ismi Ağasor, Tuzdağı) olan köyler eklendi. “Burada köyler yeni isimleri olmasına rağmen eski adlarıyla biliniyor. Biraz daha kuzeye gideceğiz. Orada görmenizi istediğim iki yer var” dedi Başar. Hem köy isimlerinden hem de yavaş yavaş yolun kenarından yükselen kayaların dikleşmesiyle heyelan mıntıkasına da girdiğimiz belli oluyordu. Nişanyan Yer Adları sözlüğünü karıştırırken eski adı Aşağı Xınzorik (Hinzorik) olan Taşoluk Köyü’nün 1889’da Devre Dağı'nda heyelan altında kalan köyün yeni yerleşim adı olduğunu öğrendim.

Tortum

Yolda yağmur çiselerken, Tortum’da küçük bir yemek arası verdik. Kimilerine göre ve bana göre de muhtemel olarak burası cağ kebabının çıkış noktası. Başar'a göreyse “Erzurum'daki en iyi cağ kebabı” burada. Kebabın bir tarafının az pişmiş olarak yendiği şekline ise Tatar usulü (Tatari) diyorlar. Böylece et her şekilde çok kurumadan yeniyor. Yemek sırasında yağmur sicim gibi yağarak vadide çılgınca yere inerken bir süre sonra yağmura dolu da katıldı. Hava durumundaki bu ani değişiklik bize artık Doğu Anadolu'dan Karadeniz'e doğru sokulduğumuzu hatırlatıyordu. Başar’ın söylediğine göre önceleri pek sık görülmeyen bu yağışlar barajlar yapıldıktan artmış. Barajlar mikroklimayı yumuşatmış, devamlı bir nem kaynağı oluşturmuş olabilir. Yemeğe ara verip sicim gibi yağan yağmur ve dolunun vadiye düşmesini izledik. Restorandan çıkıp yağışı izlemeye katılanlar oldu. Nerede ve nasıl olursa olsun, coşkulu bir yağmur her zaman kendini izlettirir. Yemekten sonra tekrar virajlı yolların ve yerden yükselen kayaların arasından aracı sürmeye başladık.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 4

Etrafı dağlarla çevrili vadide, yolda sarp kayalıkların birinin üzerinde, öylece tepede duran, insanların oraya nasıl çıktığını merak ettiğim bir burç duruyordu. Ele geçirilmesi imkânsız gibi duran, adı Engüzekkapı olan bir kalenin kalıntısıydı. Uzundere’nin Dikyar köyündeki Engüzek Kalesi, üzerinde yükseldiği burgu biçimli kaya kütlesiyle geçmişte kontrol edilmesi gereken bir hareket bir nakliyat olduğunun delili olarak karşımızda duruyordu.

Öşvank

Tortum Gölü'ne gelmeden önce bir sapaktan batıya doğru uzanan mıcırlı bir yolu takip ettik. Gölbaşı Köyü’nü geçtikten sonra, yöreden birinin bir derenin üzerinde, eşinin vasiyeti üzerine 2014 yılında yaptırmış olduğu Karaaslan Köprüsü’nden geçtik. Sel olunca yükselen sulardan karşıya geçilmesi zorlaşan vadiye Almanya'da çalışıp daha sonra köylerine dönen Karaaslan çifti bir köprü yaptırmış. Köprüde durup, manzaranın güzelliğine hayran hayran bakmaktan kendimizi alamadık. Artvin sınırına yaklaşırken sessizliğin içinde ayakta kalmayı başarmış taş bir anıta ulaştık.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 5

Bir anda evlerin arasından gözüken ve ayva ağaçlarının içinde, güvenlik nedeniyle etrafı kapalı olan görkemli bir kiliseye vardık. O görkem ve sessizlik... Ayakkabıyla ezdiğimiz çakılların sesini duyabileceğimiz kadar sessiz... Her ne kadar bir manastır kilisesi olsa da, eskiden bu kadar büyük bir kilisenin yakınında gelişmiş bir ekonomiye sahip yerleşim olabileceğini düşündük. İçeri girememek ufak bir hayal kırıklığı yaratsa da, güneşin altında yükselen bu görkemli anıtına bakmaya devam ettik. Etrafında dolandık. Dağlar, kayalar, taşlar Doğu Anadolu’yu yaratmış, onlara şekil veren taş ustalarının ve oğullarının evi olmuştu. Hükümdarlar değişse de, imzasız ve tarihsiz eserlerle, coğrafyaya iz bırakanın elleri bu ustalara aitti. Bu anıtta patronları Hristiyandı.

Keskin kayalıkların, durgun bir köyün içinde, zamanın çimlendirdiği ve çalılıkların tepesinde bitiverdiği, bazı duvarları yıkık İstanbul surlarını andıran sessiz bir kilise duruyordu. Öşvank’ın miğfer şeklinde kubbesi yapının en yüksekte ve en sağlam duran kısmıydı. Girişi görkemliydi. Girişin çatısının altında duran alan sütun şeklinde çıkıntılarla sınırlanmış kilisenin taşları, içine sanki diklemesine oyulmuş girintiler şeklindeydi. Ana girişin en tepesinde ufak iki tane gargoil melek figürü bulunuyordu. Belki de Orta Çağ’daki gargoillerin ilk örneklerinden olabilirdi bu bölgedeki yapılarda bulunanlar. Hatta Haldun Özkan’a göre Avrupa’nın XII. yüzyıldaki Gotik üslubun öncüsü denilebilirdi.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 6

Yerde tatsız bir biçimde duran “Doğu Anadolu Turizmini Geliştirme Projesi”ne ait tabela da yeni olmasına rağmen, sanki çok daha geçmişten kalmış gibi yanmış, aşınmıştı. Etraftaki tepelerden, kayalıklardan getirilen taşlar, işçilik ve ustalıkla bu kiliseye dönüştürülmüştü. Geçmiş dönemlerin görkemine bu sakin köyün içerisinde tanıklık etmiştik. En hoşumuza giden de sütun benzeri çıkmalardan birinde taş ustaları tarafından oyulmayı bekleyen bir dizaynın soluk mor izleri oldu. Bu izin, hemen aşağısında yontulduğu zaman ne olabileceğini, sütundaki yaprak desenlerinde görebiliyorduk. Belli ki başlanan iş bir nedenle yarım kalmıştı.

Haho Kilisesi (Taş Cami)

Öşvank’ı arkamızda bırakıp Haho’ya doğru yola devam ettik. Sık ağaçların ve derenin taşlara çarpmasıyla oluşan seslerin arasında Bağbaşı Köyü’ne geldik. Aradığımız eski kiliseyi şimdiki camiyi görmek için yeşilliklerin içine daldık. Yürürken sağımızda muhtemelen eski mezar taşlarına ait olan parçalar ve mezar sınırlarını işaretleyen taş dizileri yeşilliğin içine karışmış bir haldeydi. Bazı yosunlu taşlardaki çentikler kırılmış olduklarını gösteriyordu. İrili ufaklı bu taşlar ağaçların ve büyümüş otların derinliklerine doğru dağılmış halde duruyordu.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 7

Yokuşu az daha çıktığımızda taşların kemer şeklinde dizildiği bir geçit, bizi cami kilisenin bol otlu avlusuna ve aniden karşımıza çıkan anıta yönlendirdi. Gözlerimiz yüksekçe tepesine külah yerleştirilmiş kulenin altındaki yapıdan, artık buralarda olmayan eski bir gücü simgeleyen dominant kartal freskine ve kartaldan çıkan kırmızı beyaz ışınlara doğru kayıyordu. Kartal figürünün pençeleriyle bir avını yakalamış olması, Hristiyanlıktan ziyade muhtemelen hanedanın dünyevi gücünü ön plana çıkarıyordu. Dizili güzel ince sütunlar ve onları birleştiren dekoratif kemerlerden, orada olması gereken ama olmayan gargoil başlarına doğru gözlerimiz gezinmeye devam etti. Ağaçların, nemin ve uzamış otların arasından fırlayan ilk defa keşfedilen bir Aztek tapınağı gibi duran, etrafındaki köy gibi sessiz sakin bir cami eskinin muhtemelen yaşam dolu kilisesi idi.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 8

Doğu Anadolu'nun unutulmuş bir dizi Gürcü Ermeni kiliselerinden içeride yaşam emaresi olanı bu Taş Camii’ydi. Bir masanın gerisinde uyukladığını düşündüğümüz bir bekçi veya bir görevli belki içinden Kuran okuyor, belki de dinleniyordu.

"Selamun Aleyküm" dedim kısık bir sesle.

"Aleyküm selam" dedi, gözleri açık mı kapalı mı karanlıkta sezemediğim adam.

"Gezebilir miyiz?"

"Ayakkabılarınızı şuraya çıkarın."

 Gözleri kapalı, elleri önünde bağdaşmış, oturduğu sandalyede onun için önemli olduğu belli olan işine devam etti: Belki dinlenmek, belki biraz kestirmek, belki düşünmek. O gözlerini kapamış, tarihin ve dinin bekçiliğini, içinde bulunduğu samimi camide, kilisenin dokunulmamış izleri gibi sakince yapıyordu. Yanında bir Kuran kursuna, sınıfa veya belki de önceden kiliseye ait olabilecek tozlu masalar dip dibe dizilmişti. İnce bir açıklıktan sızan aydınlık içerideki karanlığı iyice kırıyordu. Başar daha önceden buraya geldiğinde caminin kapalı olduğunu, kapısını ilk defa açık bulduğunu söyledi. Bu şansımızdan memnun olarak içeri girdik.

Bu alan aslında kilisenin güney girişine açılan bölmesiydi. Kabartmalarla süslü bölmede, zamanın getirdiği kararmadan ve aşınmadan olsa gerek bu kabartmaların şeklini çıkarmak kolay olmadı. Şekli çıkarılsa bile kimi sembolize ettiklerini anlamak için ancak evde kitap karıştırmak gerekti1. Aslında sütunların arkasına gizlenmiş olan kabartmalara dikkatli bakılmasa atlanabilirdi bile. Ancak fotoğraf makinesinin flaşı ile net görüntüler çekebildik. İnternette aratırken bu kabartmaların kadar net görüntülerine rastlamadığımı da ilave etmem gerekiyor.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 9

Girişin hemen sağında “Havari Petrus”, “Yunus Peygamber’in Balina Tarafından Yutulması” (ki buna Akhtamar Adası’ndaki Akhtamar Kilisesi’ni saran kabartmalarda da rastlanır), horoz ve aslan kabartmalarını görürsünüz. Girişin hemen solunda ise elinde mızrak taşıyan figür Azizler sınıfına dahil edilen Büyük İskender’i betimlemekte ve altında grifon ile aslan-boğa mücadelesi görülmektedir. Bu hayvan mücadelesi tasvirleri İstanbul’daki Saray Mozaikleri Müzesi’ni gezenler için çok da şaşırtıcı olmayacaktır. Ama Büyük İskender ve hayvan mücadelesi tasvirlerinin bir kilisede bulunması şaşırtıcıydı.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 10

Hafifçe eğilerek, insan boyundan alçak olan yeşil tahta döşeli bir kapıdan geçtiğimizde başımızı kaldırdık. İçerinin durgun haşmeti, nemli ve serin bir atmosferde yeri kaplayan irili ufaklı halı ile yumuşuyordu. Apsiste belki bin sene öncesinden kalan melek ve aziz fresklerin ancak yarısı duruyordu. Üzerlerinde ışığa doğru yükselen tonozların çizgileri haşmete zarafet katıyordu. Şimdiki zamanların akşamlarında ise içerinin aydınlatması, mekik dokuyan elektrik kabloları ve floresanlarla sağlanıyordu. Yerde nizami biçimde dizilmiş kıbleyi işaret eden halılar, askıda imamın beyaz cübbesi asılıydı.

Tortum-Haho: Saklı Geçmişin İzinde 11

İnsan başını kubbeye doğru kaldırınca içerideki aydınlığın kaynağına, sekiz pencereden gelen gün ışığına bakıyordu. Koyu mavi zeminde mücevherlerle bezeli haç tasviri İsa’nın göğe çıkışını temsil ediyordu.Merkezi bir aydınlığın bıraktığı geride kalan alanlar karanlıktı. Kilisenin içinde tonozların gövdelerine oyulmuş belki eskiden mum yakmak için kullanılan alanlar bulunuyordu.

İçeride dolanırken gözlerimiz kilisenin duvarlarında dolanıyor daha sonra tepedeki kubbeye, sonra tekrardan başka detayların keşfine çıkıyordu. Apsisteki freskten hayvan rölyeflerine, kubbedeki haçtan, mihrap ve minbere gözlerimiz dolanıyordu. Yani, tarih ile yaşanan dinin sessizlik, nem ve soğukluk içinde iç içe durduğu, zamanın yıprattığı görkeminden bir şey kaybetmemiş kilise, hayatını sade bir cami olarak devam ettiriyordu. Bazen kilisenin karanlık köşelerine bakıyor, bazen başımızı kubbeye dikip içeri giren soğuk ışığın aydınlattığı serin havayı soluyor, soğuk nemli taşlara dokunuyorduk. Bu sırada ezan okunmaya başlandı. Biz camiiden çıkarken sayısı beşi geçmeyen cemaat yavaş yavaş içeri giriyordu. Onlar içeri girerken, hemen yanıbaşlarında müezzin ezanı az önce girişte sıraların yığıldığı alanda, cama karşı okuyordu.

Etraf ile ilgilendiğimizi fark eden cemaatten birisi namaz çıkışında bizi kahveye buyur etti. Namaz sonrası bu ufak cemaat dağılırken, polislikten emekli olduğunu öğrendiğimiz Mustafa Bey bizi köyün kahvehanesine kadar götürdü. Derenin sesiyle ağır ağır çıktığımız yokuştan sonra ahşap girişli kahveye vardık. Çaylarımızı içerken bize Gürcü Kralı David’in hikâyesini anlattı. “Burayı yaptıran kralın hikâyesi şöyleymiş: Bizans İmparatoru Gürcü Kralı David'e Ermeni Kralı'na karşı savaşmak için para teklif etmiş. Bunu kabul eder David. Tekrar bir sefere çıkılacağında da David'in tekrar yanında olmasını ister. David bu sefer kabul etmemiş ve Bizans İmparatoru David'in üzerine yürümüş. Birisi buraya gelip camide çalışma yaptı. Ondan duydum.” Dönemin Bizans İmparatoru II. Basileos’a asker ve malzeme yardımı yaptığı müddetçe Büyük David Kuropalat’a (990-1000) bazı Doğu vilayetlerinin hediye edildiği Haldun Özkan’ın kitabında yazar1. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Haho Manastırı üzerine çalışmaları ve çalışmalarının genişletildiği bir kitabı olan bir öğretim üyesi kendisi. Belki de Polis Mustafa’nın gördüğünü bahsettiği araştırmacı O’dur. Camideki, eski kiliseye ait iç ve dış dokunun bu korunmuş hali çalışma yapmasını kolaylaştırmış olmalı.

Polis Mustafa’nın dediklerine ek olarak kilise Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru (muhtemelen Rusya savaştan çekilip kendi iç meseleleriyle boğuşurken) E. Takaichvili adında bir Gürcü araştırmacı tarafından Almanca bir makaleyle dünyaya tanıtılmış. Tarihin yan ayrıntılarında anılan bu yerin bilim dünyasına tanıtılması, 1917 gibi yeni siyasi oluşumların ortaya çıkmaya başladığı, Rusya’nın I. Dünya Savaşı’ndan çekilip içindeki karışıklık dönemine denk gelmiştir. Bu bir tesadüf müdür yoksa başka bir takım siyasi sebeplerin itmesi ile oluşmuş bir durum mudur bilemiyorum. 19. yüzyılda camiye dönüştürülmüş, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı’nda sonra bir süre yeniden kilise olarak kullanılmıştı. Osmanlı’nın fethinden evvel kopyalanan bir el yazmasından çıkarıldığı üzere, manastır olarak en azından 1556’ya kadar, yaklaşık 500-600 sene faaliyetini sürdürdüğü tahmin ediliyor.

Kahvehaneden çıktıktan sonra, dereye eşlik eden yolda, şırıltılar içinde, Polis Mustafa bize meyve ağaçlarından ve onlardan nasıl reçel yaptıklarından bahsetti. Evinin yolunun olduğu sapağa vardığımızda vedalaştık. Cemaat camiden çıktıktan sonra bir sonraki namaz vaktine kadar kapıya tekrar kilit vurulmuştu. İbadetlerini tarihe saygıyla yürüten ihtiyar cemaatinden, camiinin ve geçmişin dokunulmamış ruhunun yarattığı bu huşu duygusundan biz de etkilendik. Ne yapının ne de ibadetlerini gerçekleştiren insanların huzuru bozulmadan, çok daha fazla kişinin bu tarihin yan yollarında, ayrıntılarında anılan sessiz güzelliği görmesini dileriz. Dağların sularının sivrilttiği ıssız dik vadilerin içinde, kayaları işleyen imzasız taş ustalarını hatırlayarak...

 Kaynaklar: Haho Manastırı, Haldun Özkan, Atatürk Üniversitesi Yayınları, 2013 ve Türkiye Kültür Portalı