2006 yılında çıkartılan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile ‘standardizasyon’ sorunu yarattığı gerekçesiyle yerel tohumların satışına yasaklama getirildi. Çokuluslu tohumculuk şirketlerine devlet eliyle pazar yaratıldığı eleştirilerini de beraberinde getiren düzenlemenin ardından Türk üreticileri ellerinde bulunan geleneksel yerel tohumları takas yoluyla değişerek korumaya çalışıyor. Bu, tarım devriminin başlangıcına ev sahipliği yapan ve binlerce yıldır biyolojik çeşitliliğin yok olmadan üretilerek bugünlere ulaşmasını sağlayan Anadolu topraklarındaki yerel tohumların tamamen ortadan kaldırılması, üretimin üç-dört tane küresel tohum tekelinin ve onun güdümündeki ilaç şirketinin ticari çıkarlarına terk edilmesi, üreticinin ise tamamen bağımlı hale gelmesine yol açıyor...

 

Yerel Tohumlara Vurulan Zincir Kısır Tohuma Mahkum Etti

Tohum Yasası'nın ardından dört yıl kadar önce Ege Bölgesi başta olmak üzere ülkenin kimi bölgelerinde yerel tohumlar takas yoluyla yaşatılmaya çalışılıyor. Çünkü yasa satışa yasaklama getiriyor ama takas edilmesinin engellenmesine yönelik şimdilik bir düzenleme yok. Ancak bu olmayacağı anlamına da gelmiyor. Yerel tohum ile yerli tohum arasında ince bir fark var. Yerli tohum, Türkiye'de de üretilebilen 'hibrit' yani kısır tohum anlamında da kullanılıyor. Bu tohumlardan elde edilen ürünlerden tohum alınamıyor. Yerel tohum ise her bölgede geleneksel tohum alma yoluyla çoğaltılan, saklanan ve geleceğe aktarılabilen tohumların genel adı. Dolayısıyla yerel tohumlar yerli ama yerli tohum yerel değil!

 

Yıkımın Kıskacındaki Yukarı Köprüçay’da İki Tohum Gönüllüsü

Türkiye’de yerel tohumların korunması ve geleceğe aktarılması için çalışan gönüllü gruplarının başında gelen Ulusal Tohum Takas Merkezi’nden Ali Özırmak ile merkezin Antalya’daki gönüllülerinden Ziraat Mühendisi Nihal Küpeli, geleneksel tarımın yerel tohumlarla ve binlerce yıllık değişmeyen yöntemlerle sürdürüldüğü Isparta Yukarı Köprüçay Havzası’nda bir inceleme gezisi düzenlediler. Birkaç ay sonra bölgede yapımı sürdürülen Kasımlar Barajı’nın suları altında kalacak olan Darıbükü Köyü ile baraja adını veren Kasımlar Köyü’nde üreticilerle bir araya gelerek bilgi ve tohum alışverişinde bulunan yerel tohum gönüllüleri, kimileri bu yıl son kez ekilen bahçeleri gezdiler.

 

Bir Bitki Islahçısının Gözünden Dağların ve Suların Coğrafyası

Bitki ıslahı konusunda çalışmalar yapan Ziraat Mühendisi Nihal Küpeli, bölgedeki inceleme gezisinin ardından yaptığı değerlendirmede, yıkım projelerinin kıskacındaki Yukarı Köprüçay Havzası’ndaki köylülerin yerel tohumlar sayesinde bugüne kadar nasıl ayakta kalabildiğini gözler önüne serdi. Yöre halkının yaşamından oldukça etkilendiğini dile getiren Küpeli, “doğaya güvenmişler, toprak az da olsa onları beslemiş. Köyün yanı başından akan ırmak onları yaşatmış. Darıbükü köyü, yaşayan bir etnografya müzesi gibi. Dağ ve sular onları kapitalizm canavarından saklamış” sözleriyle özetlediği bölgeyle ilgili izlenimlerini özetle şu ifadelerle dile getirdi:

 

Üretimden Koparılan Çiftçiler Yıkıma İşçi Yapılıyor

“Sizi Isparta’nın köylerinde bir zaman yolculuğuna çıkarmak istiyorum. Lütfen bu yolculuğa çıkarken üstünü kapattığımız ruhlarınızın pencerelerini açık bırakın. Antalya-Isparta yolundaki güzellik büyüleyici. Ana yoldan Sütçüler yönüne sapıyorum. İlk gördüğüm manzara kendi ürettiği sebzesini satan teyze. Ticari kaygısı olmadan, yerel atalık tohumlardan bostanında ne yetiştirdiyse onu satıyor. Ürettikleri lezzetli, mis kokulu. Yolda Sütçüler’e giden Durmuş Ali’yi arabama alıyorum. Ayda 2 bin 500 lira masala mermer ocağında çalışıyormuş. Devletin teşvikiyle eskiden yetiştirdiği sığırların yerine 15 tane inek almışlar. ‘ineklere ne kadar yem verirsek o kadar süt veriyorlar’ diyor. Yem parası bellerini bükmeye başlamış, sattıkları süt yem parasını karşılamıyor. Zeki insanlar, durumun farkına varıp inekleri satmak istemişler ancak tanesini 6 bin liraya aldıkları inekler satılmak istendiğinde yalnızca bin 500 liraya satabiliyorlar. Kredi çekip ineklerin parasını ödemişler. Durmuş Ali de krediyi ödeyebilmek için mermer ocağında çalıştığını söylüyor. Yapabilirse köyünde lavanta ve lavanta balı üretmek istiyor. Buğday üretimini bırakan köylü son can çekişmelerini yaşıyor. Yasalar, yüksek girdiler çiftçiliği öldürmek için adeta.

 

Çok Verimli Yalanıyla Dağıtılan Hibrit Tohumlar

Ulusal Tohum Takas Merkezi’nin yöneticisi Sayın Ali Özırmak’ı almak için Sütçüler’e ulaşıyorum. Tescil edilmeyen yerel tohumların satışının yasaklanmasının ardından yerel tohum takası şenlikleriyle tanıştım. Ulusal Tohum Takas Merkezi yöneticisi Ali Özırmak’la birlikte Antalya’da iki kez tohum takası şenliği düzenledik. Bir Ziraat Mühendisi ve bitki ıslahçısı olarak konuya duyarsız kalamazdım. Çünkü ülkemizde elimizden alınan değerlerden biriydi yerel tohumlarımız. İşte bu gezideki amacımız da yerel tohumlarımıza sahip çıkarak bulduğumuz tohumları takas şenlikleri yoluyla üreticiye ulaştırmak. Zira tohum, ekildikçe yaşar. Köylüleri kendi yerel tohumlarını ekmeleri yönünde teşvik etmek, ekmedikleri takdirde köleliğe mahkum edecek olan hibrit tohumları anlatmak istiyoruz. Hibrit tohumlar, ücretsiz olarak ‘çok verimli’ yalanıyla dağıtılıyor. Gübresi, ilacı da satılıyor. İki yıl gibi kısa bir sürede yerel tohumlar ekilmediği için unutuluyor ve kayboluyor. Bizler köylüye kendi yerel tohumlarını ilaçsız olarak nasıl ürettiklerini hatırlatıyoruz. Amacımız, toplumun bağımsızlık sigortası olan gıda üretimini korumak.

İnsan kendi kimliğini yediklerindeki tatta ve kokuda bulur. Hayvancılık, tarım, yaşamın her alanında yozlaştırılıyoruz. Kapitalizmin büyüsü çoğu insanı kendinden vazgeçirmiş, ruhlarını kapatmışlar. Önce size değersizleştiriyor, ardından değerinizi size parayla satmaya başlıyor. Bu sistem köleliğe ilk olarak sudan başlıyor. Sularımız baraj ve HES adıyla elimizden alınıyor. Toprak anadan, kardeş bitkilerden koparılıp betondan hapishanelerde yalnızlığa mahkum ediliyoruz…

 

Keçi Yetiştiricileri Bıkmış, Beton Hapishaneye Girmek İstiyorlar

Yukarı Köprüçay’da ilk durağımız Kasımlar Köyü. ‘Yurt’ adı verilen evlerde yaşayan köylülerden Ramazan amca ve oğullarını ziyaret ediyoruz. Keçi yetiştiriyorlar ama kazançları oldukça düşük. Sistem et ithal ederek hayvan üreticisini bitiriyor. İşleri oldukça zor, bıkmışlar. Kendilerinden vazgeçip betondan hapishaneleri istiyorlar. Sahip oldukları değerleri, bu değerlere sahip çıkmalarını, yurtlarını, üretimlerini bırakmamaları gerektiğini söylüyoruz. Eskilerden, geleneksel üretimden konuşup, kekik çaylarımızı içip ayrılıyoruz.

 

Kara Tenceredeki Bamya Yemeği Aklımda Kaldı

Yolumuz Serpil Kökdoğan’ın anne ve babasının bahçesine düşüyor. Bahçe, depo ve evler eski orijinalliğini koruyor. Hikayeleri yürek burksa da bahçelerini cennete çevirmişler. Ocakta gördüğüm kara tenceredeki bamya yemeği aklımda kaldı. Hep birlikte bahçeden toplanan yerel tohumdan üretilmiş patatesleri evlerine taşıyoruz. Ali Özırmak, Ulusal Tohum Takas Merkezi’nde dağıtmak için tohum alıyor. Sonra hep birlikte köyün çıkışındaki tarihi kilisenin kalıntılarını görmeye gidiyoruz. Ansızın başlayan yağmurla birlikte dağ çayları toplayarak tepeden aşağıya iniyoruz. Akşam yıldızların altında köyün gençleriyle sohbet ediyor, Serpil ablanın yerel tohumlardan ürettiği sebzelerden yaptığı yemekler eşliğinde ruhların kapıları açılıyor, Anadolu’nun ateşi yanıyor…

Gezimizin ikinci gününde bir süre sonra Kasımlar Barajı’nın suları altında kalacak olan Darıbükü Köyü’ne olan yolculuğumuz başlıyor…

 

Bu Dağlar ve Sular Köylüleri Kapitalizm Canavarından Saklamış

Gazeteci Yusuf Yavuz'un yazılarından öğrendiğim Darıbükü Köyü, Isparta’nın Sütçüler ilçesine bağlı bir köy. Darıbükü’ne ulaşır ulaşmaz kendimizi yerel sebze ve meyvelerin üretildiği küçük teraslara kurulmuş bahçelerde buluyoruz. Tüm bu bahçelerin köyde inşa edilen barajın sularının altında kalacağını duyunca, yüzyıllardır sürdürülen geleneksel tarımın ve çeşitliliğin yok olacağı düşüncesiyle kalbim sıkışıyor. Darıbükü’nde Zeynep Teyzenin bahçesine gidiyoruz. Bu bahçede tel örgülerin, yüksek beton duvarların yerine tarladan çıkan taşlarla örülmüş alçak duvarlar vardı. Bu duvarlar, burada aç gözlülüğün ve hırsın olmadığını gösteriyor. Bahçeler çok küçük. İçinde cevizi, seki pembe kirazı, küçük yaz elması ve kendine özgü armutları var. Doğaya güvenmişler, toprak, az da olsa onları beslemiş. Köyün yanından akan ırmak onları yaşatmış. Darıbükü yaşayan bir etnografya müzesi gibi. Bu dağlar ve sular onları kapitalizm canavarından saklamış. Burada zaman durmuş. Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde ne durumda olduğumuzu bu köyde görebiliriz. Bu köyde yapaylık yok. Nereden nereye geldiğimizi anlamak istiyorsanız gidip görmelisiniz. Öyle entel-dantel kıvamında giderseniz buralar sizi açmaz şekerim! Bu durumda Yunan adalarına ya da İtalya’ya, Paris’e gitmelisiniz!

 

Burada Kıyafetlere Marka Girmemiş

Köyün nüfusu yaşlılardan oluşuyor. Gençler iş olanakları nedeniyle şehre gitmişler. Geçmişte dokumacılık yapılıyormuş köyde. Kıyafetlerine markalar girmemiş; ‘made in pazen!’ Dağda keçi otlatarak peynirlerini, kara kovanlarda ballarını yapmışlar. Darıbükü’nde hep takas, paylaşım olmuş. Burada para hiçbir zaman vahşileşmemiş. Hangi eve gittiysek önce yapmacıksız ve boynumu koparacak kadar sarılmaları, ellerinde, bahçelerinde ne varsa paylaşmaları insanın içine işliyor. Allah’ım, bizler nasıl bu hallere geldik, vahşileştik!? Artık yiyecekler gözümüzü doyurmuyor, birbirimizi yiyoruz.

 

Asıl Yerel Tohumlarımız Üreten Analarımız

Darbükü’nün Kürüz Mahallesi’ne çıkıyoruz. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’nde anlattığı Hobbitler’in filmi burada çekilebilir. Kürüz sizi biraz daha eskilere götürebilir. Sular gürül gürül. Küçücük bir odada, mis kokulu kekik çaylarımız eşliğinde sımsıcak bir sohbetin ortasındayız. Konuk olduğumuz evin oğlu Ramazan ve annesinden günlük hikâyelerini dinliyorum. İneklerini çalmışlar. Doğanlar tavukları yiyormuş. Ramazan onları öldüreceğini söylüyor. Bir saat öldürme diye dil döktüm. ‘Tabii şehirde yaşaması kolay, bizim tavuklar ne olacak?’ diyor Ramazan. Bölgeden ayrılırken kırk yıllık dost gibi sarılarak vedalaşıyoruz insanlarla. Benim için en etkileyici anlar, gerdanlarındaki kolyeleri, bellerindeki kuşaklarıyla çalışan, üreten dinamik Anadolu kadınlarıyla kucaklaşmak, onlarla dertleşmekti. Asıl yerel tohumlarımız analarımız. Ana-dolu! Sevginin doğduğu bu coğrafyada yaşamak çok güzel.”