“Yazmaya tamamen rastlantısal bir şekilde başladım” der Marquez. Bahsettiği rastlantıların en önemlisi, doğduğu küçük Aracataca köyünde yaşanır. Annesiyle birlikte Aracataca’ya dedesinin evini satmaya gider. Annesi köyde uzun zamandır görmediği, gençlik zamanlarından en iyi arkadaşıyla karşılaşır. Önce çok uzaktan gelen bir dostu görmüş gibi şaşkınlıkla birbirlerine bakar, sonra da sarılıp dakikalar boyunca ağlarlar. Marquez, bu sahneyi izlediğinde bir romancı olacağını anladığını söyler. La Casa yani Ev adlı bir romana başlar, o kitap yayımlanmaz, ama en bilindik eseri Yüzyıllık Yalnızlık'ın temelini oluşturur.

Bir gün eşi Mercedes’le Acapulco’ya tatile giderken kafasında bir şimşek çakar; tonunu bir türlü bulamadığı Ev isimli öyküyü tıpkı büyükannesinin kendisine anlattığı gibi yazacaktır. Bu duyguyu Bogota’ya hukuk eğitimi için gittiğinde, Kafka’nın Dönüşüm kitabının ilk sayfasını okuduğunda da hisseder. Gregor Samsa’nın yatağında kendisini dev bir örümceğe dönüşmüş bulması yine aklına büyükannesi Tranquilima Iguara’yı getirir. Büyükanne yaşlandığında görme yetisini kaybetmiş, torunu Gabito’ya yüz ifadesini hiç değiştirmeden efsaneler ve gerçeküstü türlü hikayeler anlatmıştır; hem de kılını kıpırdatmadan... Acapulco tatilini yarıda keser ve Meksiko’ya dönerek 15 yıldır aklında büyüttüğü kitaba başlar. Bir arkadaşına “tıpkı boleroya benziyor” der. Duygusal ama abartılı, bir Latin Amerikalının anlayacağı mizahla yüklü bir müziktir bolero, Yüzyıllık Yalnızlık da öyle...

Marquez “büyülü gerçeklik” diye adlandırılan edebi tarzını bu tesadüfler ve özellikle çocukluğunda onu fazlasıyla etkileyen Karayip coğrafyasının kültüründen etkilenerek yaratır. Kitaplarının esin kaynağıysa bir olaydan öte görsel imgelerdir. Örneğin çocukluğumda en iyi arkadaşım dediği dedesi onu elinden tutar sirke götürürdü. Birgün buzun nasıl bir şey olduğunu sorduğunda ölü tekirlerin saklandığı bir sandığı açtırıp onun avcuna bir buz koymuştu. Yüzyıllık Yalnızlık’ın ilk cümlesi işte bu imge ile başlar.

Diğer kitapları da bir düşünce ya da kavramdan değil “görsel imge”lerden doğar. Salı Günü Siesta’yı en iyi kısa öyküsü sayar. Doğduğu köy Aracataca’da mezarlığa giden tozlu yolda simsiyah giyinmiş, siyah şemsiyeli bir kadın ve bir genç kızı güneşin altında yürürken görür ve öykü doğar. Yaprak Fırtınası’nda torununu cenazeye götüren yaşlı bir adam görüntüsünden öykü ortaya çıkar. Baranquilla’da bir pazarın açılışını sessiz fakat endişeyle bekleyen bir adam Albaya Mektup Yok’un görsel imgesidir. Başkan Babamızın Sonbaharı’nda görsel imge ineklerle dolu bir sarayda tek başına yaşayan, çok ama çok yaşlı bir diktatördür.

Marquez Dünyasının Bilinmeyen İzleri 1

Barranquilla’da müdavimi olduğu barın girişinde ziyaretçileri Márquez’in maketi karşılıyor.

Marquez’in yarattığı büyülü dünya içinde hayali bir kasaba olan “Makondo” ismi bir simge haline gelir. Doğduğu yer Aracataca’dan esinlenerek yarattığı bu kasaba, 22 yaşında Baranquilla’da gazetecilik yaparken yazdığı ilk kitabı Yaprak Fırtınası kitabında ilk defa anlatılır. Yüzyıllık Yalnızlık’taysa Makondo ana fondadır. Makondo onun için bir yerden öte bir atmosferdi. Bir kasabanın hatta küçük bir obanın kurulmasıyla başlayan bu ütopik coğrafya zamanla bir kente dönüşür; o kent de Branquilla’dır. Bu iki kitap dışında sadece Hanım Ananın Cenaze Töreni’ndeki bazı öyküler Makondo’da geçer.

Marquez’in 8 yaşına kadar büyükannesi ve büyükbabasıyla kaldığı Aracataca dışında yaşadığı her kasaba, şehir kitaplarında bir fondur. Dokuz yaşına geldiğinde Aracataca’ya birkaç yüz km mesafedeki Sucre’de yaşayan anne babasının yanına gider. Hanım Ananın Cenaze Töreni, Albaya Mektup Yok, Kötü Saatte ve Kırmızı Pazartesi romanlarında Sucre ana dekor olur. Benim Hüzünlü Orospularm kitabında kentin adı geçmese de caddeleri ve atmosferi tamamen Baranquilla’dır. Henüz 13 yaşında yatılı okul için Bogota yakınlarında, denizden 600 kilometre uzakta bir manastıra yolculuk eder. Kolera Günlerinde Aşk’ta Aurelenio Segunda, aşık olduğu Fernanda’yı almak için buraya, Marquez’in nehir yolculuğunun bir benzerini yaparak Zipaquira’ya gelir. Simon Bolivar’ın son nefesini verdiği, ülkenin kuzey kıyısındaki Santa Marta Labirentteki General’de kendisi gösterir.

Yaşadığı her yerden etkilense de Karayip coğrafyası ve kültürü onun temel çıkış noktası oldu. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşadıktan sonra “Karayip bana sadece yazmayı öğretmedi, orası kendimi evimde hissettiğim tek yer” dediği topraklara geri döndü, Cartagena’da kendisine kolonyal mimaride bir ev yaptırdı. Kolombiya’nın Karayip sahili Brezilya ile birlikte Afrika’ya en yakın yerdir. Marquez 1978’de Angola’ya yaptığı bir seyahatte, yabancı bir ülkeye gittiğini düşünürken aslında kendi çocukluğuna yolculuk eder. “Bize hep İspanyol olduğumuzu öğrettiler, orada Afrikalı köklerimizi; hatta karışık bir ırk olduğumuzu birçok ırktan etkiler taşıdığımızı keşfettim.” der. Karayipler’de de Afrika’da da olağanüstü günlük hayatın bir parçasıdır.

Marquez kitaplarının birçoğuna başlar, arada başka bir kitap yazar, sonra kendince eksik noktayı bulursa o projeye tekrar döner. Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmak için 15 yıl düşündüğünü söyler. Üslubunu çözdüğünde, Başkan Babamızın Sonbaharı kitabını yarıda bırakır ve 18 ayda Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazar. Başkan Babamızın Sonbaharı’nı bitirmek için 17 ve Kırmızı Pazartesi için de tam 30 yıl bekler. Şer Saatini’ne Paris’te başlar, yarıda bırakıp Albaya Mektup Yok’u yazar. Şer Saati ise Bogota’ya gazeteci olarak döndüğünde biter ve bir petrol şirketinden kazandığı ödülle basılır. Paris sonrası Karakas’a muhabir olarak geçer, bu sırada Koca Ananın Cenaze Töreni üzerinde çalışıyordur. Bir gece Karakas gökyüzünde gördüğü bir uçak, iki kez yarım bıraktığı kitabı Başkan Babamızın Sonbaharı’na tekrar başlatır. Uçakta sekiz yıl Venezuella’yı diktatörlükle yöneten Perez Jimenez, ailesi, bakanları ve yakın arkadaşları vardır. Gabo ilk kez Latin Amerika’da bir diktatörün düştüğünü görmüştür. Bundan sonra fikir oluşur. Latin Amerika’daki tüm diktatörleri araştırır. Bütün kara köpekleri öldüren Haitili diktatör Doktor Duvailer, 20 yaşından büyük her erkeğin evlenmesini emreden Paraguay’daki doktor Francia, El Salvador’da yediği yemeklerin zehirli olup olmadığını ölçen bir sarkaç icat eden Maximilianao Hernandez ve özellikle de Venezuellalı Juan Vicente Gomez. Panama’yı yöneten General Omar Torrijos ölümünden 48 saat önce Gabo’yla konuşurken şöyle der: “Başkan Babamızın Sonbaharı en iyi kitabın, aynen anlattığın gibiyiz.”

Kitaplarında ailesinden de esinlenir. Çok sevdiği dedesi ilk kitabı Yaprak Fırtınası’ndaki Albay ile bire bir aynıdır. Yüzyıllık Yalnızlık’taki Albay Aureliano Buendia ise dedesine iç savaşta rütbe veren, hiçbir savaşı kazanamamış General Rafael Uribe Uribe’dir. Annesi sadece Kırmızı Pazartesi’de ortaya çıkar. Karşılaştığım en ilginç kadın dediği eşi Mercedes de Kırmızı Pazartesi ve Yüzyıllık Yalnızlık’ta kendi ismiyle görünür ama karakter olarak tam anlamıyla kitaplara girmez.

Birçok yazardan etkilenir; Kafka’nın Dönüşüm’ü çok önemlidir. Hemingway’i çok iyi bir kısa öykücü olarak görür. Graham Greene ona tropikal bölgelerin sırını çözmeyi öğretir. Kitaplarında Faulkner’in coğrafi açıdan izi görülür. Amerika’nın güneyini ziyaret ettiğinde gördüğü tozlu ve boğucu kasabalardaki yılgın insanlar onun öykülerindekilerine çok benzer. Virginia Wolf’a adeta tapar. Rus ve Fransız yazarlar da onu çok etkiler. En sevdiği kitap Kral Oedipus iken, ona göre yazılmış en iyi roman Savaş ve Barış’tır. Kendi eserleri arasındaysa Kırmızı Pazartesi’nin edebi açıdan en iyisi olduğunu düşünür.

Marquez’in gerçeklik algısı büyüyü doğurur. Onun gerçeği günlük olaylar, sayılar, ekonomik sıkıntılar değildi; halk efsaneleri ve inançlar onun günlük gerçeklerini yaşatıyordu. Salt fantazyaya inanmazdı; çocukların bile gerçeğe dayanmayan salt fantazyadan hoşlanmadığını düşünürdü. Karakterleri bir yandan öyle gerçekçiydi ki, Yüzyıllık Yalnızlık’ta Albay Buendia’nın ölümü çok zor olur. Bir öğleden sonra albayın ölüm sahnesini yazar ve yatağa yatarak iki saat albay için göz yaşı döker.

Marquez, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok sevilir. Bunun her iki kültürdeki sözlü anlatım geleneğiyle bir ilgisi var elbette. Ancak bu ilginin temel dayanağı Latin Amerika ve Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadır. Anadolu, Mezopotamya, hatta doğuya uzanan bu topraklar tıpkı Latin Amerika gibi birçok sonuçsuz devrim yaşadı, büyük dramlar gördü. Bunların birçoğu unutuluyor. Örneğin Yüzyıllık Yalnızlık’ta Marquez Buendia ailesi üzerinden Latin Amerika tarihinin bir bilançosunu çıkarıyor. Bir coğrafyada yaşanan, hayatın yazdığı gerçek öyküleri unutturmayan bir kitaptır. Türkiye coğrafyasında da mizah, gerçek üstü hikayeler, masalların gücü derin bir geleneğe sahip olduğundan Türk okur bir yandan kendi kültürünü de hatırlar.

Marquez 1999 yılında lenf kanserine yakalandı. Bogota’da tedavi görüyordu; yasaklı olduğu Amerika’ya gitmesi gerekti. Marquez’in en sevdiği yazar olduğunu söyleyen Clinton’un özel izniyle Los Angelas’ta tedavi gördü. Ölüme bu kadar yaklaştıktan sonra 2002’de “Anlatmak İçin Yaşamak” adlı anı kitabını yazdı. “Yazdığım bir yerin değil yalnızlığın romanıdır” diyordu. Belki de her şeyden sonra dünyanın tüm köylerinde, kasabalarında, şehirlerinde bu kadar sevilmesinin nedenini yazmıştı.

MAGMA ŞUBAT 2015 / SAYI 3