Her ay Magma’ya bir konuda yazı yazmayı tasarlıyorum. Neler yazacağım, konularım nedir, bu sorular usumun derinliklerinden biraz geçiyor ama bunlar kesinleşmiş de sayılmazlar daha. Doğrusu ben de merak ediyorum, okurla neler konuşacağımı. Deneysel düşünceler benim sevdiğim bir yöntem. Bir aralık bulup, şıp içeriye girmiş oluyorum böylece.

Hande ve ben, hemen her gün, adına kısaca Cadde denilen Bağdat Caddesi’nde yürürüz çoğunlukla. Bu yürüyüşlerimizde kimi süre Bağdat’ın geniş kaldırımlarında, kimi zaman da deniz kıyısında Bostancı ya da Kadıköy yönüne adımlarımızı atarız. En başta söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim: Kaldırımlarıyla birlikte Bağdat Caddesi gibi bir cadde tanımıyorum.
Yirmi yılı aşan bir süre önceydi, Pekin’de yürüdüğüm bir ana cadde aslında benim düşümdeki caddeye daha çok benziyordu. Pekin’de kalabalıklar özgürce yürüyor, yürüyebiliyordu, bir tedirginlikleri de yoktu. Niye olsun! Tekerlekli makinalar, motorlu taşıtlar gidip gelmiyordu, büyük bir özgürlüktü bu. Benim için böyle. Gerçek anlamda büyük bir özgürlük! Çünkü bir zamanlar Çin’de yollar, daha doğrusu ana yollar yalnızca bisikletlilerindi. O kadar kalabalıktı bisikletli kitlesi. Biz asıl buna gelişme demeliyiz. Benim için kimi gelişmeler gelişme değilken, kimi gelişmeler ise sözcüğün gerçek anlamıyla gelişmedir. Gerileme de güçlü, ezip geçebilen makinalara boyun eğmektir. Yani makinaların egemen olduğu düzen, adı üstünde, makine düzenidir. Cansız ve ruhsuz, çoğunlukla da duygusuzdur.
Onların, yani makinaların, tenekelerin kazandığı bir utku bu. İsli, yağlı, egzoz kokulu bir utku. Biz, yitirenlerin tarafındayız. Yitirdiğimiz utku budur.
İnsanların yaşam alanlarını makinalar ele geçiriyor… Bu bir bilim kurgu öyküsü değildir. Bu durum ancak, Zamyatin’in bilim kurgularında görülebilirdi. Beklenmedik bir soru olacak ama soruyorum, şöyle:
“İnsanlar mı, makinalar mı?”
Daha da ileri gideyim:
“Makinalar mı, canlılar mı?”
Benim sorum tam anlamıyla bu. Yalnızca bu! Yine soruyorum: “İnsanlar mı, makinalar mı?”
Makinalar, arabalar, insanlardan arda kalan alanlarda bulunmalıdır. İnsanlar korkusuzca yürüyebilmelidir. Yayalar özgür değilse şehir de toplum da özgür değildir.

Yaya geçidinde araçların durması beklenir, ama buna güvenebilirsen güven! Her gün yaptığım yürüyüşlerde yaya geçitlerinden geçtiğim için biliyorum bu korkuyu. Benim için bu yalnızca korkunç bir kural hatası değildir, aynı zamanda ağır yaralama, öldürme riski de taşıyor. Şehrin trafiğini yönetenler, bence trafik magandalarından daha düşüncesiz. Düşüncesiz tanımı da çocuksu kalıyor aslında, umurlarında bile değil! Tüm bunlar, şehri yönetenleri uyaracak sivil toplum kesimlerinin çabasına bağlı. Kaldırımlar işgal altında, yaya geçitleri işgal altında.
Bir diğer önemli işgal alanı da meydanlar. Meydanlar da işgal altındadır.
Kaldırımlar yalnızca evcil hayvanların ve insanlarındır diyebilmeliyiz gönül rahatlığıyla ve korkusuzca. Çünkü yayalar korkuyor. Kaldırımlar, skutur tipi elektrikli araçların da geçeceği, geçebileceği yerler kesinlikle değil. Bağdat Caddesi sahilinde, yani deniz kıyısında bu tehlikeden kurtulmuş mu oluyoruz? Hayır! Sahilde yaşadığımız bir olayı anlatayım. Birkaç yıl önceydi. Hande ile hızlı hızlı yürürken annesinin elinden kurtulan bir bebek aniden bisiklet yoluna çıktı. Bir salise içinde gördüm onu. Elimi uzattım ve bir skutur tam ona çarpacakken bebeği önlüğünden tuttum. Annesi ürkü içindeydi o an. Bize bir şeyler söyledi mi anımsamıyorum. Merak ettiğim bir diğer konu da başkalarının başına da böyle şeyler geliyor mu, geldi mi, ölümlü ya da ağır yaralı kaza oldu mu? Tabii ki buna kaza demek de doğru değil. Yayalara kazandırılmış yürüyüş alanını tehlikeye sokan, yaralanma ve ölüme yol açan şeyleri de dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Orası hem bisiklet ve skutur yolu olarak kullanılıyor hem de dört beş yaşında, yürüyen, hatta emekleyen çocukların dolaştığı bir yer olabiliyor. Bu bir dehşet sahnesidir. Bir tane yer var sahilde, bisikleti de skuturu da yayayı da aynı yere sığdırmaya çalışıyorlar. Buna bilinçsizlik değil, sözcüğün tam anlamıyla şuursuzluk diyorum.

MEYDANLAR KİMİN?
Kaldırımlardan sonraki önemli yaya konusu meydanlardır. Meydanlar özgürlük alanlarıdır; bireylerin, toplumların özgürlük alanları. Pek çok özgürlük, bu türden meydanlarda toplaşarak, güç ve kararlılık göstererek alınmıştır. Köylerin de meydanları vardır ama meydanlar asıl olarak kentlerindir. Kalabalıklarındır, amaçlı amaçsız buluşma alanlarıdır. O meydanlar ki daraltılmamalı, bozulmamalı, tarihsel değeri varsa değiştirilmemeli, kente ve tarihsel kültürüne dokunulmamalıdır.
Bu konular pek çok yönden ele alınabilir ama en önemlisi insanların, yayaların, kalabalıkların özgürce dolandığı, yürüdüğü bir alan olmasıdır. Her şeyden önce, buralara motorlu aracın girmemesi bunu sağlıyor.
Kent meydanı, arabalardan arda kalan yere denmez. Tam tersine, meydanlardan arda kalan yere arabalar belki girebilir. Bu yüzden meydanları araçlardan arındırmalıdır. Meydanlar bir anlamıyla parktır. Asıl olan, kentin içine bir park değil, parkın içine bir kent sığdırmaktır. Parkın içine sığmış yeşil bir kent kurabilmek. Asıl olan parktır, yaşamdır. Şehrin ütopyası budur, bu olmalıdır. Güç mü bu? Değil!
BAĞDAT GİBİ DİYAR
Böyleyken, yaşadığımız yerin geçmişini bilmek, önemli bir yer bilincidir. Yerin bir bilinci vardır. Oraya sonradan gelen bile bu bilinci bir süre sonra edinir. Yeryüzünü arsa gibi görenleri saymazsak eğer yerin bir bilinci var. Gezegenimizin adı ne güzel. Yer’e yer diyoruz. Kuzey Ormanları’nı dozerlerle kazıyanlarda böyle bir bilinç yok. Magma’yı kurarken, özel bir uçakla Kuzey Ormanları’ndaki talanı fotoğraflamıştık. Biz fotoğrafları çekip Magma’da yayınladıktan sonra, havadan fotoğraf çekimine yasaklama getirildi. Doğaya, canlı yaşama böylesine bir yıkım var işte.
Kaldırım ya da Fransızcasıyla tretuvar, sokaklarda ve caddelerde yayaların güvenli yürüyebilmesi için ayrılmış yol demek. Yaya yolu kavramı da kaldırım anlamında kullanılıyor. Kaldırımlar genellikle taş yığınlarından ya da araç yolundan biraz yüksekçe inşa ediliyor. Kaldırım işte bu. Yayayı tanımlayan, çeperlerini belirleyen bu. Kaldırma eylemi, bu eylemi çok iyi betimliyor, diyor ki, kaldırımın kendisine taşma, orası yayanın yürüme alanı. Yaya, kanlı canlı bir varlık; tamponu, kaportası yok, araç onu ezebilir, sakatlayabilir, öldürebilir bile. Yayalar korkusuzca kaldırımda yürümek, yaya geçitlerinden korkusuzca geçmek istiyor.
Böyleyken, New York’ta Venüs figürlü kaldırım bile var, gördüğüm fotoğrafı da çok etkileyici. Kaldırım kavramı sıradan bir kavram değil. Bizim şehrimizdeki, ülkemizdeki kaldırımlara bak, bir de Tanrıça Venüs’ün mermer zeminine bak!
Bir zanaat olarak kaldırım döşemenin, yapıların içinde ve dışında kayalık malzemelerin kullanıldığı Mezopotamya'dan kaynaklandığı, daha sonra Antik Yunan ve Antik Roma'ya getirildiği düşünülüyor. O denli tarihsel bir kökeni var.
Romalılar, imparatorluğu birbirine bağlayan yolları, çevrede bulunan malzemeleri kullanarak döşerlerdi. O zamanlar kullanılan tekniklerden olan temel ve yüzey kaplamanın hâlâ uygulanmakta olduğunu da okudum. Portekiz kaldırımı bu biçimiyle ilk kez 1840'ta São Jorge Kalesi'nin onarımları sırasında kullanılmış. Kalenin avluları, o dönem için alışılmadık kabul edilen kara ya da ak taşlardan oluşan zikzak deseniyle kaplanmış.
Arnavut kaldırımıysa, desenden bağımsız, belli büyüklükteki taşlarla kaplanmış, yaya ya da araç trafiğine açık yoldur. Yağmur sularının taşların arasından akmasına izin verdiği için yoğun yağış alan bölgelerde kullanımı önemlidir. Ayrıca altyapı kazılarının yoğun olduğu dönemlerde, sökülmesi ve yeniden döşenmesi de kolay olduğu için de tercih ediliyor. Asfalt yöntemi bulunmadan önce, önemli ticaret yolları buna benzer teknikler kullanılarak döşeniyordu.
Arnavutluk'un "Taş Kent" lakaplı Gjirokastra kentinde, yollarda değişik renklerdeki volkanik taşlar, özellikle dağlık bölgelerde ya da yağışlı günlerde kayganlığa neden olur. Bu yollarda, taşlar yolun eğimine göre biçimlendirilir, ince el işçiliği gerektiren bir taş döşeme biçimidir. Bu nedenle Arnavutluk, özellikle taş ustalarıyla ün salmıştır. Osmanlı egemenliği döneminde, İstanbul'a birçok taş ustası göndermişti Arnavutlar. Kaldırımın tarihi ve kültürü böyle. Bu kadar değerli. Kaldırım kültürü kentlerimizde hızla yayılır umarız.
YOLUN BAĞDAT ADINI ALMASI
Bağdat Caddesi adını Dördüncü Murat döneminde alır. Irak’tan Bağdat'ı geri alabilmek için "Bağdat Seferi" düzenlenir. Osmanlı bu savaştan utkuyla döndükten sonra, İstanbul'dan sefere çıkarken gittiği yol da Bağdat adını alır. O dönemde Bağdat yolu Üsküdar Meydanı'nda başlayıp Karacaahmet Mezarlığı ve Haydarpaşa Çayırı'ndan geçerek Bostancı Köprüsü'ne ulaşan bir yörüngedeydi.
Günümüzdeki Bağdat Caddesi üzerinde, Osmanlı döneminde çeşmeler, namazgâhlar vardı. Haydarpaşa Çayırı'nda bulunan Ayrılık Çeşmesi yıkıldıktan sonra adlarını bulundukları semtlere veren Söğütlüçeşme, Selamiçeşme, bu öyküleri anlatıyor bize.
Bağdat Caddesi'nin varlıklı kişilerin yöresi olmasının nedeni de II. Abdülhamit dönemine dayanıyor. Sultanın sarayına yakın oturmak isteyen paşalar, devlet görevlileri ve varlıklı tacirler; Kadıköy'de arazi alarak köşkler, konaklar, evler yaptırmışlardı. Günümüzde bu evlerden çok azı yaşıyor. Diğer yandan bu evler Bağdat Caddesi'nin de ilk evleri. Annemin büyük teyzesi Havva teyzenin Kadıköy yakasında, bu tür evlerden birinde oturduğunu küçük bir çocukken anımsıyorum.
Yeniden Cadde’ye dönersek eğer,
Birinci Dünya Savaşı sonrasında o dönemin İstanbul Belediyesi, Şehremaneti, Kurbağalıdere ile Kızıltoprak arasını Bağdat Yolu olarak göstermişti. Böyle söylüyor kimi kaynaklar. Ancak 1934'te Kızıltoprak'tan başlayarak Pendik'e değin uzanan cadde Bağdat Caddesi adını alıyor.
I. Dünya Savaşı'ndan önce Bağdat Caddesi Arnavut kaldırımı taşlarıyla süslüydü. Yeniden kaldırım öyküsüne dönmüş olduk böylece. Ancak, araçların daha rahat devinebilmesi için bu taşlar kaldırılmış, yerine de asfalt dökülmüştü.
Arnavut kaldırımlarının olduğu dönemde de Kızıltoprak'dan Bostancı'ya değin uzanan bir yol vardı. Kadıköy'de, Haydarpaşa'dan Bostancı'ya gitmek için faytonlu arabalarla ulaşım gerçekleştiriliyordu. Bu bile, yola çıkmanın ne kadar şenlikli olduğunu hayal ettiriyor insana.
İleriki dönemlerde, Altıyol’dan başlayarak Bostancı'ya değin uzanan bir tramvay hattı da işliyordu. Bu tramvay, sırasıyla; İskele, Altıyol, Dereağzı, Kızıltoprak, Selamiçeşme, Çiftehavuzlar, Göztepe, Caddebostan, Şaşkınbakkal, Suadiye ve Bostancı güzergahını kullanırdı.
Mustafa Kemal Atatürk, ilk olarak Bostancı'da Cavit Paşa Köşkü'ne, ardından Moda'daki Halk Gazinosu'na ve Dereağzı'ndaki Fenerbahçe Spor Kulübü'nün Denizcilik Lokali de başta olmak üzere birçok yere uğramış, Bağdat Caddesi'ne birçok kez gelmişti, böyle diyor kaynaklar.
BAĞDAT
Cadde günümüzde tek yönlü. Bağdat’ta araçlar Bostancı'dan Kadıköy'e doğru akar. Bağdat’ı hemen her gün yürüdüğümüz için kaldırımları, bu kaldırımların yayalar için ne kadar güvenli ya da yeterli olduğu konusunu da gözlemlerim. İçimden hep kökten bir çözüm geçer: Bağdat Caddesi’nin yalnızca kaldırımlarını değil tamamını yayalara vermek. Bu karar, Dünya çapında bir uygulama olur. Güzel de olur. Şehir bilinci bunu gerektiriyor. Umarım bu konuda çok gecikilmez.
Bununla birlikte Bağdat’ın her iki yakasında daha çok sanatsal, kültürel etkinlik yaratılır. Böyleyken, adı ünlü olduğu için başka kentlerde de Bağdat Caddesi adlı caddeler bulunduğunu da öğrendim. Örneğin Kayseri'deki 3 kilometrelik Bağdat Caddesi böyle doğmuş.
Kadıköy Belediyesi tarafından 1994 yılından bu yana yapılan 29 Ekim Cumhuriyet yürüyüşünde cadde trafiğe kapanıyor, kalabalık halk Suadiye'den başlayarak Göztepe'ye değin Bağdat Caddesinde yürüyor. Her defasında bu yürüyüşe biz de katılıyor ve yürüyoruz. Ayrıca Fenerbahçe Spor Kulübü şampiyon olduğu zamanlarda da bu caddede geniş kutlamalar da oluyor. Bir Beşiktaşlı olarak, bir futbol takımının Kadıköy kökenli olmasını da önemsiyorum.
Yürümek bir özgürlük biçimidir.