Yerel tarih, kent tarihi, Selçuklu tarihi, Osmanlı tarihi, Cumhuriyet tarihi ve eğitim tarihi konularında özgün çalışmaları ile tanınan Tarihçi Necdet Sakaoğlu, Bartın'ın Amasra ilçesinde 27 Ağustos 2024 tarihinde hayatını kaybetti.
Ekim 2023 tarihinde Magma Yazı İşleri Müdürü Kemal Tayfur ile yazarlarımızdan Görkem Kızılkayak Necdet Sakaoğlu ile cumhuriyetimizin 100. yılı dolayısıyla röportaj yapmıştı.
Necdet Sakaoğlu'nun cumhuriyet devrimleriyle ilgili görüşlerini anlattığı röportajı sizlerle paylaşırken, Hocamızı bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Türk halkı cumhuriyetin beşinci yılını Harf Devrimi’nin hayatı kolaylaştıracağını vurgulayan afişlerle kutlamıştı, 1928.
Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılını da düşünürsek cumhuriyet kazanımları arasında en çok önemsediğiniz devrim hangisidir?
Harf Devrimi Türkiye Cumhuriyeti’nin en sağlam temeli, diğer devrimlerimizin öncelidir. Türkçede Dil Devrimi ile ulusal ve evrensel kimliğimiz güçlenmiştir. Ulusal benliğimizin ve cumhuriyetimizin temeli yeni Latin harflerinden uyarlanan Türk Alfabesi 1 Kasım 1928’de yasalaştı. O tarihten 1 Kasım 1929’a kadar bir yıl boyunca alfabe ve dil çalışmaları, Atatürk’ün başkanlığında Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı’nda yerli yabancı uzmanların da katılmasıyla başarıyla sonuçlandı ve ulusça benimsendi.
Osmanlıcayı da çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla yeni alfabeyi Arap harfleriyle karşılaştırmanızı istesek ne dersiniz?
Osmanlıca biliyorum ama çok iyi biliyorum diyemem, bu “iyi biliyorum” her bilen için de iddialı olur. Osmanlı döneminde kimse, bilim dilleri Arapça olan ulema bile Arap elifbasıyla Osmanlıca okuma yazmada sorun yaşamış olmalılar. Çünkü Arap harfleriyle Türkçe yazmak ve okumakta sorunlar vardı. Kaldı ki Osmanlı müderrislerinin yazdığı Arapça kitaplarda günümüz uzmanları cümle kuruluşu, ifade-anlam, imlâ sorunları saptayan uzmanlar 16. yüzyıl tarihçilerimizden Mustafa Âli ile bir 17. yüzyıl fenomeni olan Kâtip Çelebi ve Kınalızade Ali Çelebi - sayılı divan kâtipleri dışında - Arap dilini kusursuz yazan bulmanın zorluğunu söylerler. Kur’an dili olarak kutsanan Arap yazısına yüzyıllar boyu emek veren, “hat” denen bir sanat alanı da açan Osmanlı aydınlarını bile duraksatan Arapça yazım-yazılım sorunları her dönemde olmuştur. Sonuç olarak Osmanlı döneminde Arap yazısıyla Arapça, Osmanlıca, Türkçe okur yazarlık zordu. Bu nedenle hattatlar, hafızlar, seçme muallim ve müderrisler (profesörler), münşiler bu donanımları nedeniyle saygındılar.
Günümüzde okullara ısrarla Arapça dersleri konuyor. Gerekçe, İslamiyet’i Arapça kaynaklardan okuyup yazacak, bu konuda yeterliyim, iyi öğrendim diyenler yetiştirmekmiş. Buna öncülük edenlerin kendilerinin ve öğrencilerinin düzeyini kontrol etmeleri için, Kınalızâde Ali Efendi’nin “Türkçe” Ahlakı Âlâî, Kâtib Çelebi’nin Kamus’unu, Mustafa Âlî’nin Künhü’l-Ahbar’ını önlerine alıp düzgün üçer beşer cümle okuyup birbirlerini kontrol etmelerini önerelim.
Yani Arap harfleriyle yazılan Osmanlıca sadece küçük bir zümreye mi hitap ediyordu?
Evet. İleri düzeyde yazan ve okuyan seçkin ve ayrıcalıklı bir zümre idi. Roman, hikâye okuyabilen, özenle mektup yazanlar rüştiye-idadi daha ileri düzeyde de sultani öğrenimli veya özel öğretimlilerdi. Bu donanımlarıyla yaşamlarını güvenceye alan başta hattatlar ve yüksek kâtipler vardı. Bunlar bu nedenle matbaa kurulmasını kitap basılmasını istemiyorlardı. İbrahim Müteferrika İstanbul’da ilk matbaayı kurunca hattatlar din elden gidiyor yaygarasıyla divit ve kalemlerini bir tabuta koyup sokak sokak gezmişlerdi.
Arap alfabesi ile Türkçe yazmak mümkündü ama çok sorunluydu. Arapça yazısında sözcüğü okutacak “elif” ve “ayın” dışında ünlü harf yoktu, bu nedenle Arap elifbasını Türkçeye uyarlamak için 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar “ünlü” görevi yapacak işaretler, kurallar denenip durmuştur. 1890’larda İstanbul’da çok basan, örneğin Matbaa-i Âmire’nin hurrufat (harfler) kasasında 400 dolayında harf - işaret gözü vardı. Türkçe haberleri, bilimsel ve edebi metinleri, şiirleri doğru okutmak için bu işaretler kullanılırdı.
Bugün 29 Türk harfi ve birkaç işaretle yanlışsız yazıyor ve okuyoruz.
Cumhuriyet öncesinde, okuma yazma oranının çok düşük olmasının nedeni bu muydu?
Kuşkusuz. Ama asıl sorun, okul, ders kitapları, araç gereç en öncelikli olarak da okul çıkışlı öğretmen yetersizliğiydi. Okuma yazma oranının çok düşük olması bundandı. Bu sorunların bugün bile aşıldığı söylenemez.
Osmanlı döneminde okuma, daha doğrusu belletme-ezberletme yerleri olarak mahalle mektepleri vardı. Bunlar bir odadan ibaretti. Burada okur yazarlık değil, sözlü ve uygulamalı ibadet belletilir, namaz sureleri, dualar ezberletilir din – ahlak – ilmihal öğretilirdi. Bu görevi mahalle halkından hoca denen bir ölçüde okur yazar bir kişi veya mescit imamı üstlenirdi. Hatta mutaassıp aileler, çocuklarını gözü açılır diye okuma yazma öğretilen mekteplere göndermezlerdi.
Harf Devrimi Beşiktaş’ta başladı demiştiniz. Biraz anlatabilir misiniz neden Beşiktaş?
Gündeme geldiği tarihten, Harf Devrimi yasalaşıncaya kadar Türk Alfabesi, Türk yazısı reformu hazırlık çalışmaları için saraylar ve aydınlar semti, okur yazarlığın ileri düzeyde olduğu Beşiktaş’ın ve Dolmabahçe Sarayı’nın seçilmesi anlamlıdır. Reisicumhur Gazi’nin başkanlığında, fikirler, önermeler orada tartışılıp çalışılarak olgunlaşmış, Türkçenin özüne, sesine ve zenginliğine uygun Türk alfabesi ve ulusal yazı o ortamda doğmuştu. Bu çalışmalar belli bir düzeye gelince Ankara’ya dönen Atatürk 1 Kasım 1928’de Meclisi açış konuşmasında Harf Devrimi müjdesini verdi ve o gün yasalaşmıştır. Yeni Türk harflerinin yurt çapında bir kampanya ile yaşlı genç herkese ve okullulara öğretilmesi için de Millet Mektepleri, halk dershaneleri ve halk odaları açılması, Atatürk’ün başöğretmen seçilmesi de 8 Kasım 1928’dedir.
Reisicumhur Gazi M. Kemal’in başöğretmen sanı ve göreviyle o yıl çıktığı yurt gezisinde Kayser-Sivas-Tokat’ta ve milli mücadeleyi başlattığı Samsun’da kara tahta başına geçip yeni harfleri tanıtması anlamlıdır. Atatürk, Harf ve Dil Devrimi’ni de Türk milletinin bir varoluş mücadelesi olarak görüyordu.
Dolmabahçe Sarayı’ndaki alfabe ve dil çalışmalarında başta Atatürk’ün Selanik’ten hemşerisi, Ragıp Hulusi Özdem ki -yabancı okul ve üniversitelerde okumuş, doktorasını Budapeşte Üniversitesi’nde Türkçe ”yor” eki konusunda yapmıştı- Batı dillerini; Yunanca, Latince, Arapça Farsçayı biliyordu. O ve diğer Türk, yabancı dil uzmanları, Türk Dil Encümeni üyeleri Atatürk’ün başkanlığında dört ay boyunca bir dil akademisi ortamına dönüşen Dolmabahçe Sarayı’nda çalıştılar. Ankara’ya dönen Reisicumhur Gazi 1 Kasım 1928’ de cumhuriyetin beşinci yılı Meclis açış konuşmasında müjdesini verdiği Türk Alfabesi o gün yasalaştı.
Sonuç: Beşiktaş’ın ve Dolmabahçe’nin, cumhuriyetin ilanını izleyen ilk yıllarda sonra, devrim atılımlarına, ulusal kimliği geliştirecek kültürel gelişmelere kucak açacak bir devrim beşiği olması doğaldı.
1928’de Türkçe okuryazarlık en yüksek oranda İstanbul’daydı. Türkçe en gelişmiş kapsamı, sözcük zenginliği sesi ve ahengiyle burada konuşuluyor ve yazılıyordu. Daha öznel bir neden olarak Beşiktaş’ın Avrupa yakasında, Dolmabahçe Sarayı’nın da Avrupaî bir ortam oluşundan da söz edilebilir.
Yine İstanbul ve Beşiktaş’ın, Dil-Yazı Devrimi’nde ön almasının nedenleri arasında, Latin alfabesi kökenli yabancı dillerin ve yayınların buralardaki yaygınlığını, yabancı okullarında okuyan Türk öğrencilerin Latin harfleriyle de okur yazar oluşlarını hatırlamak gerekir.
Sultan I. Abdülmecit tarafından 1843–1856 yılları arasında Mimar Karabet Balyan’a yaptırılan Dolmabahçe Sarayı hem Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine hem de yeni Türk devletinin kuruluşuna tanıklık etti. Atatürk için Dolmabahçe Sarayı, padişahlıktan cumhuriyet yönetimine geçmiş bir ulusun malı anlamını taşıyordu. Bu nedenle İstanbul’a her gelişinde Dolmabahçe Sarayı’nda kalmış, kendisinin de ifade ettiği gibi burada “ulusun bir temsilcisi ve konuğu” olarak bulunmuştur. Dil kurultayları, tarih kongreleri gibi önemli toplantılar sarayın en yüksek ve en görkemli mekânı Muayede Salonu’nda düzenlenmiştir. Fotoğraf: Dolmabahçe Sarayı, 1890-1900, Amerikan Ulusal Kongre Kütüphanesi.
Böyle büyük bir devrim halk tarafından nasıl karşılandı? Önemli bir direnç gördü mü?
Yer yer direnç ve tepkilerin olması doğaldı. Çünkü yasaklanacak elifba, Arapça kökenli olup dindarlarca Kur’an yazısı olarak yüzyıllarca kutsanmıştı.
Yeni Türk Harfleri ile basılan ilk kitapları biliyor musunuz?
A-b-c ile 1928’de basılan ilk kitapçık: Tevfik Fikret’in Tarihi Kadim ve Doksan Beşe Doğru adlı iki manzumesi ile bu yayını yeni harflerle basıma hazırlayan Hasan Âli’nin (Yücel) sunuş yazısını ve son sayfadaki Yeni Hayat manzumesini içerir. 21 sayfalık bu ilk yayın, yanlışsız, eksiksiz ve doğru okumayı sağlayıcı mükemmelliktedir.
1928’de yeni Türk alfabesiyle basılan ilk kitapçıkta Tevfik Fikret’in Tarihi Kadim ve Doksan Beşe Doğru adlı iki manzumesiyle Hasan Âli’nin (Yücel) sunuş yazısı ve Yeni Hayat manzumesi yer alıyordu. Yirmi bir sayfalık bu ilk yayın yanlışsız, eksiksiz ve doğru okumayı sağlayıcı mükemmellikteydi. Fotoğraf: Necdet Sakaoğlu Arşivi
Harf Devrimi’nin Dil Devrimi ile bağlantısını kurmak önemli. Çünkü ulus devletin inşası için dil çok önemliydi.
Doğru söylediniz. Harf Devrimi bir Dil Devrimi’ni de zorunlu kılmıştı. Bu, ulusal yapı açısından da önemliydi. Yeni harflerle okumak yazmak için Türkçe’nin yabancı sözcük ve deyimlerden arındırılması koşuldu. Bunda da öncülüğünü Atatürk yaptı. Örneğin, eski terimlerle yüklü hendese kitaplarındaki terimlere üçgen, beşken, açı gibi karşılıklar bularak ilk Türkçe geometri kılavuz kitabını hazırlamıştı.
1928’den 1936’ya kadar Atatürk’ün İstanbul’a gelişlerinde de Beşiktaş-Dolmabahçe ortamında geliştirilen akademik ortamda, Türk ulusunu ve vatanını uygar ülkelerle eşitleyecek, başta Türk tarihi ve Türk dili kongre ve tartışmaları, dil-tarih çalışmaları, Anadolu’da ve Trakya’da başlatılan folklor, etnografya, arkeoloji araştırmaları, güzel sanatlar ve müzecilik, ressamların yurt güzelliklerini çalışmaları, yazarlar ve şairlerle görüşmeler gündemdeydi.
Atatürk’ün sofrası aynı zamanda bir akademiydi de. Burada ilim, sanat, kültür konuşulur, görüşler, realiteler ve idealler gündeme gelirdi. Güzel sanatlar, şiir, müzik sevdiği konulardı.
Hasan Cemil Çambel, o sofraya ilişkin anılarını anlatırken şöyle der: “Atatürk’ün sofrası inkılapların bir tersanesi ve kendi ideallerine göre milli mukadderatın yeniden dokunduğu bir tezgâhtı. İnkılaplar burada gündeme geldi ve onun soluğundan doğdu. Bu sofra, hikmet ile realitenin kaynaştığı bir pınardı. Türklüğün ve bütün insanlığın geçmişini, gününü ve geleceğini birbirine bağlayarak hiçbirini ayrılmaz bir bütün halinde görür, hikmet dolu görüşlerini kendine has ifade kudretiyle birkaç cümlede anlatırdı.”
Bugünkü açık Türkçemizin mimarı, ilk baş öğretmeni Atatürk’tü. Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’un hazırlanışı, yasalaşması sürecinde ona en çok destek, Maarif Vekili Mustafa Necati olmuştu. 1 Ocak 1929’da Millet Mektepleri açılacaktı. Ancak ne hazindir ki Mustafa Necati büyük emek verdiği Millet Mektepleri’nin açıldığı 1 Ocak 1929 tarihinde vefat etmiştir.
Yeni yazıya geçişin kolayca başarıldığını söyleyebilir miyiz?
Yeni yazıya 1 Kasım 1928-1 Kasım 1929 arasında bir yılda aşama aşama geçilmiştir. Örneğin gazetelerde önce resim altları, sonra başlıklar daha sonra da metinler yeni alfabeyle yazılmıştır. Vatandaşlar yeni yazıya alışsınlar diye basına, yani gazetelere 1929’a kadar zaman tanınmıştı.
Bir gecede cahil kaldık, söylemlerinin bir karşılığı yok o halde?
1 Kasım 1928 Harf Devrimi yasalaşınca yeni yazıya geçilmesi için bir yıl süre tanınmış ve okuma yazma seferberliği ilan edilmişti. Her tarafta Millet Mektepleri, halk dershaneleri ve odaları açıldı. Buralarda eski yazı bilenler birkaç günde yeni yazıyı öğrendikleri gibi eski yazıyı bilmeyenler açılan kurslara devam ederek kısa zamanda okur yazar olmuşlardı. Cahil kaldık söylemi doğru değildir.
Harf Devrimi, Türk Dil Devrimi bu bahsettiğiniz özellikleriyle dünya tarihinde nasıl bir yerde duruyor?
Türk Dil Devrimi dünyada bir ilktir. Bizden sonra deneyenler oldu; Yugoslavya’da, Rusya’nın sömürgesi durumundaki Türk devletlerinde de denendi ama Türkiye’de başarıldı. Dolmabahçe’de Atatürk’ün başkanlığındaki toplantılarda, en yakın arkadaşları Mareşal Çakmak, Başbakan İsmet (İnönü) bile yeni alfabeye hemen değil yıllara yayılan bir programla yayılarak geçilmeli diyorlardı. Ama Atatürk “ya yaparız ya da yapamayız” dedi ve 1 Kasım 1928’de kanun çıkarıldı.
Burada da Atatürk’ün özel rolü ortaya çıkıyor değil mi? Atatürk’ün entelektüel derinliğini biliyoruz. O dönem açısından ele alındığında yakın çevresi, arkadaşları direnç gösterirken böyle radikal adımlar atabilmesi... Mustafa Kemal’i bu bakımdan nasıl değerlendirmek lazım?
İlk aklıma gelen şey şu; Atatürk’ün bu devrimin hazırlığını son Osmanlı sarayında yapması başka bir açıdan da anlamlıdır. Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırtan, Sultan Abdülmecid (1839-1861) ile Atatürk arasında çağdaşlaşma anlayışı ve koşutluğu vardır. Abdülmecid Osmanlı hanedanı ve sarayıyla ilgili yenilikleri gündeme getirmişti. Yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı da Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya döndüğünü simgeler. Osmanlı ve müttefik ordularının zaferi, 1856 Paris Antlaşması görüşmelerinin başlaması aynı evrededir. Osmanlı’nın delegeleri antlaşma masasında galip bir Avrupa devletinin temsilcileri olarak yer almışlardı.
Yine Atatürk’ün Dil Devrimi ile bağlantısı olabilecek enteresan bir yenilik de Abdülmecid’in annesi Bezm-i Alem Valide Sultan’ın Cağaloğlu’nda 1849’da yaptırdığı Mekteb-i Maarif’in (Valide Mektebi) karma eğitimle açıldığı gün, Sultan Abdülmecid de oğlu şehzade Murad’ı kızı Fatma Sultan’ı bir veli olarak götürerek gidip okul nazırı (müdürü) Kemal Efendi’ye (Paşa) “mektebiniz hayırlı olsun, iki çocuğumu getirdim, halkın çocuklarını nasıl terbiye ederseniz benim çocuklarımı da öyle gözetin himmetinizle öyle terbiye edin” demişti.
Şu anda yüz yıl sonra, geriye dönüp baktığınızda ne görüyorsunuz?
Yaşım gereği söylemeliyim: Türk alfabesini, bu alfabeyle okur yazarlığı, eğitim öğretimi, kamu yönetimini, hukuku, ekonomiyi… Hiçbir etken, neden ve gerekçe eskiye dönüştüremez. Cumhuriyet ve Türk Dil Devrimi birlikte yaşayacaktır.
Sizin sözünü ettiğiniz Dolmabahçe yıllarıyla bir kültür devrimi dönemi yaşandı. Ama bu arada laiklik gibi siyasal ve kültürel boyutu çok derin ve önemli devrimler de gerçekleştirildi. Laikliğe nasıl bakıyorsunuz? Bunu da cumhuriyetin bir kazanımı olarak bu yüzyıllık süreçte değerlendirirsek, laiklik Dil Devrimi gibi başarıya ulaşmış mıdır?
Cumhuriyet devrimlerinden örneğin şapka, kılık kıyafet yeniliklerinin yasaları duruyor olsa da yürürlükte değildir. Medeni Kanun ve laiklikte de sorunlar var. Laiklik dinsizlik değildir. Türkiye’de her vatandaş ve birey inanç ve özgürlüğüne sahiptir.