Müsilaj (deniz salyası ya da kay kay) organik madde yükü nedeniyle aşırı şekilde çoğalan fitoplanktonların hücre içi öğelerini ortama salmasıyla oluşuyor. Bu salgıya patojen bakteriler de dahil olmak üzere deniz bakterileri, virüsler ve diğer mikroorganizmalar katılarak deniz salyasını oluşturuyor. Müsilaj bir fitoplankton türü, bir çeşit deniz mikrobitkisi, su içerisinde bir salya gibi görünüyor. Deniz dibinde ve orta suda kilometrelerce uzayan ince lifler şeklinde birbirine bağlantılı pamuksu bir battaniye gibi her yeri sarıyor, içine girdiğinizde yön kaybına uğruyorsunuz. Bu ince yorgansı yapı sualtında ikinci bir tabaka zemin gibi davranıyor; gerçek ötesi bir paralel geçiş kapısı gibi. Deniz diplerine güneş ışıklarının inmesini etkilediği için canlıların fotosentez yapmasını ve güneş ışınları yardımıyla uyguladıkları normal aktivitelerini de engelliyor. Deniz zemininde çöktüğü her yeri aşırı derecede yoğun bir tabaka şeklinde kaplıyor. Tüm kayaların üstü, kum ve kayalık zeminler, çakıllar, deniz çayırları, algler ve diğer zeminler etkileniyor.
Deniz yüzeyinde gördüğümüz ölü tabaka ise kıyılarda aşağıya güneş ışığı geçmesini engelleyip fotosentez yapan deniz canlıları alg / deniz çayırlarına etki ediyor. Kıyılarda yeni yavrulayan balık ve diğer canlılarının yumurta ve larvalarını içine sıkıştırarak boğuyor. Fotosentez, filtrasyon, denizden alınan bileşikler gövdeye iletimi gibi işlevleri de engelliyor. Salya, zemin canlılarının üzerini filmlerdeki gibi gerçek üstü bir kötücül yığınla kaplıyor. Nefes almalarına, beslenmelerine ve yaşamları için diğer önemli faaliyetleri yerine getirmelerine izin vermiyor. Adeta onları boğuyor ve soluksuz bırakıyor. Süngerler ve Marmara Denizi’nde pek çok canlıya habitat sağlayan mercanlar için de ölümcül. Sessil, yani bentik ortamda yaşayan deniz canlısı kolonilerinde pe çok tür topluca ölmüş halde. Dalış sırasında gördüğümüz süngerler tamamen çürümüş durumdalar. Kayalıklarda ilk metrelerden 20 metreye kadar tüm sünger kolonilerinin ölü olduğuna şahsen tanık oldum. Görüntü olarak gri - beyaz sevimsiz bir tabakayla kaplı olan süngerler, elinizle suyu ittirdiğiniz zaman dağılıyor, alttaki çürümüş siyah tabaka hemen ortaya çıkıyor. Benim uzmanlık alanım, doktora çalışmam süngerler üzerine olduğu için bu işin nedenini açıkça görebiliyorum. Denizi filtre ederek beslenen canlılar beslenmek ve nefes alabilmek, çözünmüş oksijene ulaşabilmek için deniz suyunu filtre etmelidir. Aslında kısa süreli fırtınalar gibi durumlar için gözeneklerinin kaplanmasına dayanıklılıkları vardır. Ancak deniz salyası gibi bir tabakanın uzun süreli boğucu bir şekilde üzerlerini kaplamasına ve yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirmelerine engel olmasıyla mücadele edemeyip ölürler. Süngerlerden, tüplü kurtlardan, tunikatkardan bize ne diyebilirsiniz? Dememelisiniz! Zira bu canlılar denizi filtre ederek tüm deniz partikülleri (musilaj yapan fitoplankton da dahil olmak üzere) ve kısaca mikroorganizmalarla beslenirler. Onlar olmazsa bu iş daha da kontrolden çıkar. Bu durumda beni en çok korkutan görüntülerden bazıları filtrasyon ile beslenen süngerler, tunikatlar, tüplü kurtlar ve deniz canlılarına barınma sağlayan mercan kolonilerindeki ölümler. Bu canlıların ölümü denizdeki karbon döngüsünün sekteye uğraması anlamına geliyor.
Örümcek yengeç uzun bacaklarının avantajını kullanarak zemini tamamen kaplayan deniz salyasının üzerinde gezinebiliyor ve böylece kendisini besleyecek organik döküntüler bulabiliyor. Ancak müsilaj nedeniyle oksijen azalması aşırı boyuta ulaşırsa nefes alamayacak hale gelebilir. Son dönemdeki dalışlarda bu tarz anoksik bölgelerde ölü yengeçlerle karşılaşıldı. Fotoğraf: Mert Gökalp
SUALTINDA YAŞAM MÜCADELESİ
Pina gibi deniz suyunu filtreleyerek beslenen canlıların bu battaniye bulutunun baskısı altında pek şansı var gibi görünmüyor. Hali hazırda pinalar tüm Akdeniz'de popülasyon kaybına uğramakta. Akdeniz genelinde yaşam alanı ve su kalitesi kaybı, bir parazit nedeniyle toplu ölümler yaşayan ve Güney Marmara’da halen yaşamaları nedeniyle sevinç duyduğumuz pinaların haliyse içler acısı. Bu parazitten kurtulup müsilaj illetine tutulmak, ne büyük şanssızlık! Deniz hıyarı gibi yavaş hareket eden canlılar ise yüksek yerlere çıkarak kendilerini kurtarmaya çalışıyor. Deniz hıyarları zemindeki organik döküntülerden beslenen zemin canlıları, bu şekilde bir davranış sergilemeleri zemindeki kütlenin ölümcül özelliğini yansıtıyor. Karides, yengeç, örümcek yengeç, ıstakoz, balıklar ve bazı hareketli deniz yumuşakçaları gibi canlılar mobiliteleri sayesinde zemindeki salyanın boğucu liflerinden bir yerlerde çıkarak veya üstünde kalarak uzaklaşabiliyor. Ancak sessil canlılar yani yerleşik canlılar büyük tehlikede. Farklı bölgelerde gördüğümüz balık, yengeç gibi hareket edebilen müsilajdan yer değiştirerek kaçabilecek canlıların toplu ölümleri ise tamamen çözünmüş oksijen seviyelerinin yaşama imkân vermeyecek şekilde azalmış olmasından kaynaklanıyor. Bandırma limanının önünde gördüğümüz ve yaklaşık 1 kilometre uzayan, kalın ışığı aşağıya neredeyse hiş geçirmeyen ve yaklaşık 10 - 15 cm boyundaki bu kalın tabakanın altında yaşam oldukça güç. Atmosfer ve deniz arasında alışveriş çok önemli ve müsilaj bu bağlantıyı kesiyor. Marmara’ya dönüşü büyük heyecan yaratan ıstakozlar içinse durum hiç parlak değil. Hareket etmeleri bentik yaşama (hareketsiz zemin canlıları) kıyasla onların avantajı, ancak gitgide düşen oksijen seviyeleri onlar için de ölümcül. Sünger kolonilerinden Güney Marmara ve Kuzey Ege kıyılarında baskın türlerden birisi olan Aplysina aerophoba yüksek yapısının yardımıyla direnmeye çalışıyor bu ölüm örtüsüne. Ama nereye kadar dayanabilir ki?
Bir diğer soru müsilajın neden oluştuğu, niye özellikle Marmara’yı etki ettiği ve Türkiye’deki geçmişi... Kısa başlıklar halinde bu soruların yanıtını verecek olursak: Marmara genelinde 25 milyon nüfus, evsel atıklar, sanayi atıkları, zirai atıklar, hatalı ya da eksik arıtma sistemleri (derin deşarj, kıyı düzenlemeleri, inşaat amaçlı kum çalma, kontrolsüz, usulsüz, kaçak ve aşırı balık avcılığı, santral soğutma sistemleri, kirli nehirlerin rehabilitasyonunda toksik malzemenin Marmara’ya atılması, Karadeniz’den tatlı su girişi, COVID-19 ve aşırı deterjan kullanımı gibi on beş temel etkenden bahsedebiliriz.
Deniz hıyarı, bir Pina kabuğu üzerine yükselerek kendisini müsilajdan kurtarmaya çalışıyor. Yaşam savaşı veren Pina ve deniz hıyarının her ikisinin de Akdeniz’de soyu tehlikede. Pina bir parazit nedeniyle toplu ölümler yaşarken deniz hıyarı da Çin’e satılmak üzere aşırı avlanıyor. Fotoğraf: Mert Gökalp
Bu sorunların etkilerini şöyle açıklayabiliriz: 1950’lere kadar İstanbul nüfusu yaklaşık olarak bir milyonun altındaydı. Bu tarihten sonra köyden kente göç hareketiyle nüfus kontrolsüz şekilde arttı. Kentleşme ve sonu olmayan inşaat faaliyetleriyle birlikte aşırı derecede artan nüfus Marmara Denizi çevresine plansız bir şekilde yayıldı. Denize atıklar konusu 80’lerin ortasına kadar aklıselim birkaç gazeteci ve bilimci haricinde gündeme gelmiyor ve tüm atıklar neredeyse hiç arıtılmadan Marmara Denizi derinliklerini boyluyordu. 1950’lere kadar da bir milyona yaklaşan İstanbul nüfusunun mutlaka bir etkisi vardı Marmara Denizi üzerinde. Ancak kılıç balıklarının 60’lara kadar Boğaz’da görülmesi, orkinosların ve onların peşinden gelen köpek balıklarının 80’lere kadar Adalar çevresinde yaşaması kirlilik etkisinin canlıları tamamıyla uzaklaştırmış olmadığına işaret. Ne var ki bu canlıların bu tarihlerden sonra görülmemesi avcılık yanında deniz kirliliğinin de ana olduğuna dair bir işaret. Örneğin 1979 yılındaki Independenta petrol tankeri kazasının Marmara Denizi üzerindeki etkisi tam olarak bilinmiyor. Çünkü bu konuda bilimsel çalışma bulunmuyor.
Artan nüfus kaynaklı kirlilik konusuna dönecek olursak. Evsel atıkların arıtılmadan ya da sadece fiziksel arıtma (çökeltme havuzları) vasıtasıyla on yıllar boyunca denize boşaltılması organik madde yükünün bu kapalı denizin kaldıramayacağı düzeyde bir yüklenmeye neden olmasına yol açıyor. Atık kaynaklı fosfor ve nitrat fazlalığı, denizin kimyasının bozulmasına, bazı mikroorganizmaların diğerleri karşısında avantaj sağlamasına, mikroorganizma çeşitliliğinin su kalitesindeki bozulmayla birlikte bazı gruplar dahilinde avantajlar getirmesine yol açıyor. Bu besin ve uygun ortam şartlarında aşırı derecede çoğalan organizmalar dönemsel olarak çeşitli patlamalar gerçekleştiriyor. Günümüzde yirmi beş milyon insanın yükünü taşıyan Marmara’ya, yer altı suları, dereler ve nehirler vasıtasıyla evsel atıklar, tarımda kullanılan pestisit, çeşitli kimyasallar ve gübreler akıyor. Evsel ve zirai atıklara, atık filtrasyon sistemleri ve çeşitli nedenlerle düzgün kurulmamış veya bilinçli olarak çalıştırılmayan sistemler de eklenince denize boşalan toksik arıtma çorbası tamamlanıyor. Bu yetmiyormuş gibi yine insan kaynaklı oluşan, küresel iklim krizi ve deniz suyu sıcaklıklarındaki global artış nedeniyle avantaj sağlayan organizmalar ve düzeni bozulan deniz ve havaların sakin gitmesinden ötürü yeterince karışamayan, Karadeniz’den sağlıklı soğuk suları alamayan Marmara’da bugün gördüğümüz durum oluşuyor. Strese giren fitoplanktonlar vücut salgılarını ortama yığınlar halinde saçıyorlar.
Uzun yıllardır kıyı alanları her tür atığın boşaltıldığı bir fosseptik gibi kullanılıyor. Sualtında gerçekleşen bu döngü, müsilajla birlikte su üstünde kendisini açıkça gösterdi. Bayramoğlu kıyıları kumsaldan denizin açık bölgelerine kadar yoğun bir musilaj altında kaldı.
Peki bu müsilaj yeni bir şey mi? Kesinlikle hayır. Ben 2008 senesinden fotoğraflarıma baktığımda Saroz Körfezi’nde mercanlar üzerinde müsilaj yığınları görüyorum. Son 12 senede benim hatırladığım kadarıyla Marmara’ya yaptığım dalışlarda serbestçe gezinen salya benzeri yapıyla karşılaşırdık. Çektiğim fotoğraflarda ve videolarda bu görüntüler mevcut durumda. Bunun kirlilik kaynaklı olduğunu biliyorduk, tahmin ediyorduk ama o dönem tam olarak ne olduğunu araştırma olmadığı için bilmiyorduk.
Mikroorganizmalar, denizde kendilerine uygun ortam bulduklarında aşırı derecede artıp, besin rekabetine girerek denize salgılarını bırakıyor ve böylece su üzerinde ve dibinde sümüksü bir yapı oluşturuyor. Zamanla dibe çöken oluşum ekolojik açıdan denizdeki oksijeni azaltıyor, balıkların yumurtlama alanlarını etkiliyor. Ekonomik açıdansa ağları aşırı kirleterek balıkçıların ağlarını yüzeye çekmesini engelliyor, iş gücünü ve yakıt masrafını artırıyor. 2007 senesinde, bugün kadar yoğun olmasa da yine kitlesel olarak bir müsilaj vakasına rastlandı. Marmara’da büyük problem yaratan deniz salyası geçtiğimiz sene içerisinde de balıkçıların isyan etmesine neden oldu. Benim şahsen tanık olduğum olaylardan birisi de 2015 baharında, İzmit Körfezi’nde deniz canlıları izleme çalışmam sırasında körfez sularının tam iki ay tamamen kırmızıya bürünmesiydi. O sıralar görüş o kadar düştü ki çalışmayı sonbahara ertelemek zorunda kalmıştım. Daha da eskiye gidersek, sekiz yaşlarındayken dayımların Kirazlıyalı’daki yazlığının önündeki iskelede balık tutarken her gün saat 11’de önümüzden ağır metal içeren sıvıların yüzeyden geçtiğini hatırlıyorum. Özellikle uyarılırdık bu saatlerde kesinlikle denize girmek yasak diye. Sonrasında Haliç’in rehabilitasyonu için Marmara’nın en derin noktasına bırakılan toksik çorba, Kurbağalıdere’nin kokuşmuş, zehirli zemin çökeltisinin Yassıada ve Sivriada arasındaki bölgeye illegal şekilde dökülmesi, şu sıralar ise ne kadar zararlı kimyasallarla dolu olduğunu sağır sultanın duyduğu Ergene suyunun Marmara’ya akıtılması.
Bayramoğlu Plajı'nda kumsaldan denize girilemediği için çocuklar iskeleden denize atlıyor. Ne var ki kendilerine yüzecek alan açmak için müsilajı sağa sola itmek zorunda kalıyorlar. Kaygan bir yapıda olan müsilaj dalganın ve rüzgârın etkisiyle deniz yüzeyinde sürekli hareket halinde…
Özetle Marmara Denizi’nin bizden çektikleri saymakla bitmiyor. Başrollerde, siyasetçi ve onun arkasına sığınmış deterjan, gübre, ambalaj, atık, petrokimya fabrikatörlerinin, termik, çimento patronlarının ve müteahhitlerin olduğu bir film izliyoruz aslında. Kimyasallarla, ağır metallerle, içeriğini bile bilmediğimiz maddelerle zehirliyorlar denizi ve asla yaptırımlar uygulanmıyor, cezalar kesilmiyor, tesisler kapatılmıyor. Marmara çevresindeki sanayi tesisleri Türkiye’nin en büyükleri arasında, hava ve su arıtma sistemleri en ileri olması gereken kuruluşlar. Belediyeler ve devlet birimleri tarafından katı denetlenmesi yapılması gereken bu organize sanayi bölgeleri denetlenmiyor. Peki neden? Bu noktada atık tesisleri içerisinde farklı görevlerde çalışmış bir dostumdan edindiğim bilgilere yer vermek istiyorum: “Sanayi tesisleri çeşitli şekillerde denetimlerden kaçıyorlar, numune alan görevliye rüşvet vererek, numunelere temiz su basarak, gece, hafta sonu, resmi tatiller gibi dönemlerde sistemleri çalıştırmayarak paradan tasarruf etmeye çalışıyor. Denetmenler tamamen tatile gelerek yiyip içip evlerine dönüyor. SAIS denilen bir sisteme bağlı olan tesisler bakanlığa gidiyor ancak tesisler giden verilerle çeşitli şekillerde oynayabiliyor. Bakanlıktan onaylar çeşitli şekillerde rahatlıkla alınabiliyor. Akredite laboratuvarlar yerine kendi anlaşmalı yerlerinden alınan sonuçlar kabul görüyor. Numune yerlerinde çeşitli oyunlar dönüyor, akredite laboratuvar bile yanlı bildiriyor yapılan ölçümü. En önemlisi de TOC (toplam organik karbon) değeri yerine manasız başka değerlere bakılıyor.”
Aplysina aerophaba sünger kolonileri, Kuzey Ege ve Güney Marmara bentik ekosisteminde hâkim canlılar. Müsilajin etkisiyle kolonilerin bazı kısımlarında ölümler görüldü. Bu sünger dik ve yukarı yükselen bir tür olduğu için müsilajin oluşturduğu ölüm bulutu tamamen üzerini kaplamamış. Ancak sorun devam ettikçe bu kolonilerin de dayanması mümkün değil. Fotoğraf: Mert Gökalp
Ekosistemlerin ne kadar zarar gördüğü belli değilken tam olarak bir habitat çalışması yapılmamışken, indirgenecek organik madde miktarını vermek veya belediye raporların şu kadar senede temizlenir demek bilimsel değil. Yapmamız gereken, denize sıfır atık bırakmak. Bu kadar su problemi varken, atık suları dönüştürerek kullanım suyu haline getirmek öncelik olmalı. Bir başka konu da düşünce yapımızı değiştirmek. Örneğin Marmara Denizi çevresinde kurulan ve işletilen eski teknoloji kömür santrallerinde soğutma amaçlı kullanılan sıcak sularının denize boşaltılması da büyük sorun. Deniz kenarına kurulan sanayi tesislerinden sızan çeşitli toksik maddeler (gübre, azot, ağır metal, deterjan vs.) üzerine eğilmek gereken konular. Bu santrallerden birisi izin alabilmek için son kalan doğal alanlardan Karabiga’da fok yoktur diye bazı bilimcilerden imza alıp fok mağarasına beton dökmeye kadar götürmüştü durumu.
Kıyısal alanlar rant alanı değildir, her tür atığımızı boşaltacağımız derin çöp kovaları, fosseptik çukurları değildir. Bana sürekli sorulan bir soru da biz ne yapabiliriz oluyor. Benim buna cevabımsa yaşadığınız şehirde atıklarınızın ne şekilde nereye gittiğini merak etmek, denetlemek ve bu süreçte işini yapmayan bürokrat, sanayici, atık tesisi yetkilisi, belediyeci ve kısaca yöneticilerin işlerini yapmalarını sağlamak, diye cevap veriyorum. Eylem planında bahsi geçen Marmara Denizi genelinin koruma alanı ilan edilmesi çok önemli ve pozitif bir haber. Ancak deniz kenarlarında tesis kurmak, çeşitli adlarla değiştirmek – dönüştürmek - inşaat oluşturmak – doldurmak - kum çalmak ve benzeri hareketlere son verilmesi ve denizlere sıfır atık uygulamasına geçilmesi çok önemli. Senelerdir anlatmaya çalıştığımız endüstriyel ve kaçak - usulsüz - aşırı avcılığa kıyısal alanlarımızda son verilmesi de şart.
Tam olarak etkisini bilemediğimiz iki konuysa HES’lerin Karadeniz’e akan tatlı su kaynağını sekteye uğratmış olması, pandemi sürecinde kullanılan deterjan miktarındaki artışın bu fitoplanktonları strese sokmuş olabileceği ve bugün yaşadığımız süreci tetikleme ihtimali. Bildiğimiz bir şey var ise Marmara Denizi ekosisteminin yaşadığı bu katastrofik durumdan insanın etkilenmeyeceği düşüncesinin yanlışlığı. Marmara Denizi ölürse insan için bir yaşam alanı oluşturma özelliği kalkar ve doğal olarak gelecekte göç dalgası da yaşanabilir.
MAGMA Sayı 56 / Temmuz-Eylül 2021