İnsan elinin değmediği yerlerde olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Gücümüzün yetersizliğini hissettiğimiz, her an her şeyin olabileceği bir okyanusta, çölde ya da dağlarda. Gezegenimizden geriye kalan son doğal kaynakları tükettiğimiz çağımızda belki de bu yüzden yaban ve ıssız olana doğru daha fazla çekiliyoruz. Yitirdiklerimizi hatırlamak için. Yaşamımıza hayret, gizem ve anlam katan; gölgesinde uygarlığımızı yetiştirdiğimiz ormanlar da maalesef kaybettiklerimiz, kendi ellerimizle yok ettiklerimizden. Buna rağmen elimizde avucumuzda kalan son ormanlar bizi büyülemeye, kendine çekmeye devam ediyor. İşte böyle büyüleyici bir ormanda, eski adıyla Istranca, yeni adıyla Yıldız Dağları Ormanları’ndaydık ekim ayının bir pazar günü, rehberimiz Güven Yüksek ve Magma okurlarıyla beraber. Dante gibi biz de yaşam yürüyüşümüzün ortasında kendimizi bir ormanda bulmuştuk, fakat bizim ormanımız Dante’ninki gibi karanlık değildi. Yaprak ve dallarının arasından güneş süzülüyor, bir yüzü aydınlık bir yüzü karanlık yüzlerce ay gibi etrafımızı saran ağaç gövdelerinden yansıyan ışık tüm ormanı ve ruhumuzu aydınlatıyordu.

Yürüyüşümüz güneşli ve ılık bir sonbahar gününe rastlamıştı ama derin gölgelerde toprağın çatlaklarından yayılan soğuk iliklerimize işliyordu. Etrafımızı saran gürgen, kayın ve meşe ağaçlarının dökmeye başladığı yapraklarla kaplı patikalara bakılırsa orman kış uykusuna yatmaya hazırlanıyor, kocaman mantarlar ve ayaklarımıza yılan gibi dolanan sarmaşıklarsa bize yasamın sonsuz döngüsünün sırlarını fısıldıyordu. Öyle ki kimi anlarda aramızda mesafe bırakarak tek sıra halinde yürüdük, vahşi ve özgür olan her şeyin iyiliğini daha çok duyumsamak için. Kimi anlardaysa yan yana yürüdük, bu iyiliği paylaşmak için. Japonların ormanların iyileştirici gücünden yararlanmak amacıyla geliştirdiği “şinrin-yoku” kavramını, yani orman banyosunu anımsatmak isterim. İşte biz de o gün Istrancalarda orman banyomuzu almak için yürüdük; ormanı dinleyerek, görerek. Yere bakıp yerin canlılarını, göğe bakıp göğün canlılarını ve bizim gibi göğe bakan dalları fark ettik. Toprağa ve ağaçların köklerine dokunduk. Yaprakları, yemişleri tattık. Temiz havayı ve yabani kokuları içimize çekerek yürüdük, telaşlı zihnimizi sakinleştirmek için. Son ormanların yaşam sevincinin bizi kucakladığını hissederek yürüdük.

Istrancalar: Son Ormanda Buluşmak 1

Birlikte, aynı yönde yürümek ve her adımda aradığımızdan fazlasını bulmak..

Istranca Dağları’nın Bitki Örtüsü

Arşınladığımız Istranca Dağları, Trakya’nın Karadeniz kıyılarına paralel olarak İstanbul’a uzanan yaklaşık üç yüz kilometrelik bir dağ zinciri. Granit ve gnayslardan oluşan dağların en yüksek bölümü Kırklareli ile yürüyüşümüzü gerçekleştirdiğimiz Demirköy civarı arasında, zirvesiyse Kırklareli’ndeki yaklaşık bin otuz metrelik Mahya Dağı. Fatmakaya Tepesi, Sivritepe, Kaletepe, Dalyantepe, Bocalar Tepe, Karakoltepe, Yeltepe, Çavuştepe ve Topkoru Tepe gibi diğer noktaların yükseklikleri beş yüz doksan iki metreyle dokuz yüz bir metre arasında değişiyor. Saray ilçesine doğru ilerleyen ve Karadeniz’e bakan yamaçlar güneye göre daha dik ve daha fazla yağış aldığı için kayın ormanlarıyla kaplı. Güney yamaçlarda meşe ve gürgen, Ergene havzasına inildikçe başlayan yerleşim yerlerinin civarındaysa meşe ve gürgen dışında karaçalı ve karaağaç toplulukları görülüyor. Bu ağaç toplulukları Trakya’nın iç bölgelerinin aslında step alanı olmadığını; tarım arazisi, yerleşim yeri açmak ve yakacak temini için buralardaki ormanların yok edildiğine işaret ediyor. Istranca Dağları’nın Karadeniz’e uzanan bölümlerinin güney yamaçları üzerindeyse Belgrad Ormanları yayılıyor.

Kuzeyden Karadeniz’e, güneyden Ergene’ye dökülen akarsularla parçalan Istranca Dağları, Kırklareli ve Demirköy çevresi dışında platolara dönüşüyor.

Istranca Dağları Üzerindeki Tehditler

Istranca Ormanları’nın ve su kaynaklarının varlığını tehdit eden riskleri haritalandıran DAYKO’ya göre (Doğal Yaşamı Koruma Vakfı) belirlenen risklerin çevresel etkileri Istranca Ormanları’nda yüzde yirmilik bir küçülmeye, bu da sularda yüzde seksen civarında azalmaya neden olacak. Sözkonusu riskler arasında Istranca Dağları’ndaki su kaynaklarının İstanbul’a taşınması amacıyla planlanan barajlar, bu kaynaklar üzerine yerleşmiş taş ocakları ve yerleşmesi planlanan termik santral projeleri sayılabilir. Ayrıca ÇED raporuna göre Trakya’nın Karadeniz kıyısında binlerce ağaç kesilmesini gerektiren TürkAkım Boru Hattı projesi, rüzgâr enerji santralleri, Kıyıköy’e kurulması planlanan doğalgaz kombine çevrim santrali ve İğneada’da planlanan nükleer santral, bölge için zor günlerin yakın zamanda bitmeyeceğini gösteriyor.

Istranca Dağları, Doğa Derneği’nin Önemli Doğa Alanları listesinde yer alıyor. Ülkemize endemik Boğaziçi kafesotu bölgenin önemli türlerinden. Beyaz çiçekli bu zarif bitki yol kenarları ve arazi ayrımları gibi insan yapısı alanları tercih etse de ölçüsüz kentleşmemize daha fazla dayanması zor. Istranca Dağları’nda gökyüzüne baktığınızda heybetli kanatlarını hafifçe titreterek havada asılı duran, tüyleri kahverengi kırçıllı bir kuş görürseniz şanslısınız, çünkü o bir yılan kartalı olmalı, avını gözleyen. Geceleriyse esnek ve bol eklemli kanatlarıyla yılan kartalından belki de çok daha iyi uçan yarasalar çıkıyor bölgedeki mağaralardan. Ekosistemimizin can dostu basık burunlu yarasa, büyükkulaklı yarasa, uzunayaklı yarasa, kirpikli yarasa, Akdeniz nalburunlu yarasası ve Mehely’in nalburunlu yarasası bölgede yaşam mücadelesi veriyor. Yerinden de göğünden de yaşam fışkıran Istrancalardaki İğneada, Longoz Ormanları ve Kıyıköy’ü de içine alan yüz otuz bin hektarlık bir alanın biyosfer rezerv alanı ilan edilmesi için Kırklareli Kent Konseyi Çevre Meclisi tarafından UNESCO İnsan ve Biyosfer Programı’na sunulmak üzere bir dosya hazırlanıp Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na gönderildi. Istrancaların Bulgaristan tarafı biyosfer rezerv alanı statüsüne sahip. Duyduğumuza göre ormanın Bulgaristan tarafında doğayı korumaya yönelik uyarı tabelaları varken Türkiye tarafında “kamyon çıkabilir” tabelaları var. Maalesef bakanlığımız kendi çalışmalarının bölgeyi yeterince koruduğu gerekçesiyle bölgeye bu statünün verilmesine gerek olmadığı kararını verdi...

Istranca Ormanları’nda yürürken soluklandığımız yerlerden biri Demirköy ile Sergen beldesi arasında bulunan Mona Petra kayalıklarıydı. Rivayete göre kayalıklar adını bölgede yaşayan bir eşkıyadan almış. Dik bir eğimin zirvesinde yükselen kayalıklara kuru havalarda çok da zorlanmadan tırmanılabiliyor. Bu tırmanışa kesinlikle değer, çünkü sonunda sizi muhteşem bir Karadeniz manzarası bekliyor. Üstelik Istranca Ormanları’na bu yükseltiden bir yılan kartalı gibi bakınca ormanın görkemi karşısında insanın nefesi kesiliyor.

Orman. Uzaktan bakıldığında bir bütün gibi görünen, yanına yaklaştıkça ayrışıp ışık ve gölgeye bölünen, her zerresinde çeşit çeşit yaşamı; var olmanın dayanılmaz sevincinin sesleri içinde sessizliği de barındıran bir yuva. Yazık ki yirmi kilometrelik yürüyüşümüz boyunca Istranca Ormanları’nın en kuytu yerinde bile plastik şişelere rastladık. Belli ki ormanın ruhundan nasibini almamış bir grubun marifeti. Ağacı tanrının ve dünyadaki tanrısallığın simgesi ve medeniyetin beşiği olarak kabul eden, ağacın ve kendisinin bir bütün olduğunu bilen atalarımız bugün Anadolu’da ormanlara yaptıklarımızı görselerdi ne hissederlerdi acaba? Belki bize şöyle seslenirlerdi: Ağacın ince dalları sizin ince kemikleriniz, gövdesi uyluğunuz, kaval kemiğiniz, damarları damarlarınız. Orman sizin akciğerleriniz. Orman sizin geçmişiniz ve geleceğiniz. Ormansız siz kimsiniz?